
“KALIP” kelimesinden “doğruluğu ve yanlışlığı sorgulanmadan,
ezberlenmiş şekilde uyulan yazısız kurallar, yapılan davranışlar, kullanılan
deyimler, vecizeler, atasözleri” gibi bir anlam çıkarıyorum. Bunların
güncellenmemesi çok ilginç durumlara yol açıyor. Bunları sorguladığımızda aslında
hayatı da sorgulamış oluyoruz ve belki böylelikle yanlışlarımızın farkına
varmamız mümkün oluyor. Çevremdekilerin kalıplarına mahkûm oluşlarına bakıp
kendi kalıplarımı anlamaya çalışıyorum. Kendi kendime diyorum ki, “Tamam, o
öyle yapıyor, lakin ben nasıl yapıyorum? Belki ben de aynısını veya daha
beterini yapıyor olabilirim”.
Sözü uzatmayalım…
Espri 1, kalıp 1
Annem, hayatında kafes içinde kuştan başka hiçbir canlı
görmedi. Belki de annemin kalıbı veya kafesi de bu. Fakat oğluma hediye edilen
hamster (bir başka ifadeyle “fare”) de kafeste bir canlı. Hamsteri evde, kafes
dışında serbest bırakırsak başımıza gelecekleri tahmin etmek bile istemem.
Annem onu kuş zannediyor. Biz onun fare olduğunu bir türlü anlatamadık. “Senin
oğlanın kuşu” diyor, başka bir şey demiyor. Kadıncağız nereden bilsin,
insanoğlu öldürmek için kapanlar, tuzaklar, zehirler hazırladığı farenin gün
gelip evdeki kafeste besleyecek.
Benim oğlan, hareket etsin diye bir defasında dışarı
çıkarıp yere bırakmış, annem gerçeği tam göreceği sırada hamster kafese girince
eski kalıbına geri dönmüş. Annem şöyle anlatıyor: “Oğlum, gündüz bir baktım yerde
fare yürüyüp gidiyor. Tam ‘Koşun, fare var!’ diye bağıracaktım ki senin oğlan
onu aldı, kafesine koydu. Ben meğer senin oğlanın kuşunu ‘fare’ zannetmişim!”
Annemden bunları dinleyince kendi kendime soruyorum:
“Acaba ben kaç gerçeği böyle kalıplarım yüzünden kaçırdım, kaçırıyorum ve
kaçıracağım?” Kıyafetleri, diplomaları, servetleri, bedensel güzellikleri,
memleketleri, siyasî görüşleri yüzünden adam zannettiklerim veya
zannetmediklerimi böylece düşünüyorum.
Espri 2, kalıp 2
Biliyorsunuz, artık telefonlar konuşuyor, işitiyor ve
hatta siz ne derseniz onların çoğunu yapıyor. Fakat nedense bu cihazların
konuşma sesi, kadın sesi. Bu da erkekleri olumlu etkiliyor veya bilinçaltlarını
ele veriyor. Nasıl mı?
Teknolojiyi kullanmaya bayılırım. Elime aldım telefonu ve
sormaya, istemeye başladım: “Saat kaç?” Cihaz o kibar sesle cevap veriyor: “Saat
19:15, iyi akşamlar!” Soruyorum: “Yarın hava nasıl?” O cevaplıyor: “Yarın hava
güneşli görünüyor. Öğleden sonra yağmur yağabilir.” Söylüyorum: “Yahu ben acıktım!”
O devam ediyor: “3 kilometre uzakta bir kebapçı var. Telefonla görüşmek mi
istersin, yoksa adresini tarif mi edeyim?” Hayda! Mübarek cihaz, bir kere de “Ne
sorup duruyorsun?!” deyiver yahut “Dalga mı geçiyon, adam mı seçiyon?” gibi bir
şikâyette bulun! Sanki melek… Sabır küpü... Bıkmak, usanmak, kızmak, yorulmak
nedir bilmiyor.
Sanırım bu özelliklerine hayran olmuş olmalıyım ki, ben
de mahcûbiyet içerisinde kibar kibar sormaya ve konuşmaya başlamışım. Bizim
diyaloglarımızı dinlemekte olan eşim belli ki çok sabretmiş, parladı: “Yahu
Lokman! Şu memlekette bu bayanı sen kadar rahatsız eden var mıdır?”
Bunun üzerine ben de bir tuhaf oldum. “Panik yapmadım”
desem, yalan olur. Sırrı ortaya çıkmış erkek milleti gibi kendimi kekeleyerek
savunmaya kalkmışım farkında olmadan. Esprisi güzel de, burada eşimin kalıbı mı,
yoksa benim kalıbım mı problemli, takdirlerinize bırakıyorum.
Espri 3, kalıp 3
Son Konya ziyaretimde akrabam olan bir hanımefendi
anlattı. Çocuğu küçükken annesini ziyarete gidiyor ve oğlu Mustafa,
anneannesine, yani hanımefendinin annesine diyor ki, “Anneanne, patates
kızartmasını sen yapma da annem yapsın, o güzel yapıyor!”. Bunun karşısında anneannenin
ne hissettiğini bilemiyoruz ama akrabam olan hanımefendi, küçücük evladı
tarafından pişirdiğinin beğenilmesinden çok mutlu oluyor.
Çok uzun yıllar geçiyor ve anneannenin neler hissetmiş
olabileceğini aslında çok çarpıcı bir şekilde öğreniyoruz. Senaryo aynı, sadece
kişiler farklı. O anne, şimdi anneanne oluyor, hatta torunun adı da aynı –Mustafa-,
konudaki yemek de yine patates kızartması; torun Mustafa ne diyor, biliyor
musunuz? “Anneanne, patates kızartmasını sen yapma da annem yapsın, o güzel
yapıyor!” Günümüzdeki senaryonun anneannesi, duygularını şöyle paylaşıyor:
“Belki tavadaki patates kızartmasıydı ama içimdeki ciğer kavurması…”
Acaba önceki anneanne de öyle bir şey yaşamış mıdır
dersiniz? Kalıplar devam ettirilip anne, anneanne ve çocuk arasındaki
diyaloglar böyle devam ettikçe, sanırım ocakta patates kızarmaya, içimizde
ciğer kavrulmaya devam edecektir.
Espri 4, kalıp 4
Engellilere destek gecesi düzenlenmişti. Masada o zamanki
Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, Milli Eğitim Bakanımız Hüseyin Çelik, İçişleri
Bakanımız Abdülkadir Aksu, Devlet Bakanımız Ali Babacan, İstanbul Valisi ve
bazı işadamları vardı.
Kürsüde sırayla konuşmalar yapılıyor, engellilere destek
olunması husûsu dile getiriliyor ve altı çiziliyordu. Konuşma sırası Milli
Eğitim Bakanımız Hüseyin Çelik Bey’e geldi.
Malûm, Hüseyin Bey’in hitabeti çok iyidir. Öyle güzel
konuşuyor ve anlatıyor ki, masadaki büyüklerimiz dikkatle kendisini
dinliyorlar. Fakat konuşmanın muhtevâsı, neredeyse “Başarılı olmak için engelli
olmak şart!” boyutuna geldi: “Şâir Homeros görmüyordu, bestekâr Beethoven
işitmiyordu, ABD Başkanı Franklin Roosvelt yürüyemiyorrdu, Âşık Veysel, Cemil
Meriç…” Bizim muzipliğimizi bilen Sayın Başbakanımız bana, “Lokman, Hüseyin
Hoca’nın anlattıkları için ne düşünüyorsun?” diye sordu. Ben de içimde tezâhür
eden hissiyatı gizlemeden arz ettim: “Efendim, insanın Hüseyin Hoca’yı
dinleyince sakat olası geliyor!”
Eğer birtakım durumlar veya sıfatlar kötü sunulursa acziyet, muhtaçlık veya korku hikâyesi olur, iyi sunulursa başarı hikâyesi…