4 espri, 4 kalıp

Malûm, Hüseyin Bey’in hitabeti çok iyidir. Öyle güzel konuşuyor ve anlatıyor ki, masadaki büyüklerimiz dikkatle kendisini dinliyorlar. Fakat konuşmanın muhtevâsı, neredeyse “Başarılı olmak için engelli olmak şart!” boyutuna geldi…

“KALIP” kelimesinden “doğruluğu ve yanlışlığı sorgulanmadan, ezberlenmiş şekilde uyulan yazısız kurallar, yapılan davranışlar, kullanılan deyimler, vecizeler, atasözleri” gibi bir anlam çıkarıyorum. Bunların güncellenmemesi çok ilginç durumlara yol açıyor. Bunları sorguladığımızda aslında hayatı da sorgulamış oluyoruz ve belki böylelikle yanlışlarımızın farkına varmamız mümkün oluyor. Çevremdekilerin kalıplarına mahkûm oluşlarına bakıp kendi kalıplarımı anlamaya çalışıyorum. Kendi kendime diyorum ki, “Tamam, o öyle yapıyor, lakin ben nasıl yapıyorum? Belki ben de aynısını veya daha beterini yapıyor olabilirim”.

Sözü uzatmayalım…

Espri 1, kalıp 1

Annem, hayatında kafes içinde kuştan başka hiçbir canlı görmedi. Belki de annemin kalıbı veya kafesi de bu. Fakat oğluma hediye edilen hamster (bir başka ifadeyle “fare”) de kafeste bir canlı. Hamsteri evde, kafes dışında serbest bırakırsak başımıza gelecekleri tahmin etmek bile istemem. Annem onu kuş zannediyor. Biz onun fare olduğunu bir türlü anlatamadık. “Senin oğlanın kuşu” diyor, başka bir şey demiyor. Kadıncağız nereden bilsin, insanoğlu öldürmek için kapanlar, tuzaklar, zehirler hazırladığı farenin gün gelip evdeki kafeste besleyecek.

Benim oğlan, hareket etsin diye bir defasında dışarı çıkarıp yere bırakmış, annem gerçeği tam göreceği sırada hamster kafese girince eski kalıbına geri dönmüş. Annem şöyle anlatıyor: “Oğlum, gündüz bir baktım yerde fare yürüyüp gidiyor. Tam ‘Koşun, fare var!’ diye bağıracaktım ki senin oğlan onu aldı, kafesine koydu. Ben meğer senin oğlanın kuşunu ‘fare’ zannetmişim!”

Annemden bunları dinleyince kendi kendime soruyorum: “Acaba ben kaç gerçeği böyle kalıplarım yüzünden kaçırdım, kaçırıyorum ve kaçıracağım?” Kıyafetleri, diplomaları, servetleri, bedensel güzellikleri, memleketleri, siyasî görüşleri yüzünden adam zannettiklerim veya zannetmediklerimi böylece düşünüyorum.

Espri 2, kalıp 2

Biliyorsunuz, artık telefonlar konuşuyor, işitiyor ve hatta siz ne derseniz onların çoğunu yapıyor. Fakat nedense bu cihazların konuşma sesi, kadın sesi. Bu da erkekleri olumlu etkiliyor veya bilinçaltlarını ele veriyor. Nasıl mı?

Teknolojiyi kullanmaya bayılırım. Elime aldım telefonu ve sormaya, istemeye başladım: “Saat kaç?” Cihaz o kibar sesle cevap veriyor: “Saat 19:15, iyi akşamlar!” Soruyorum: “Yarın hava nasıl?” O cevaplıyor: “Yarın hava güneşli görünüyor. Öğleden sonra yağmur yağabilir.” Söylüyorum: “Yahu ben acıktım!” O devam ediyor: “3 kilometre uzakta bir kebapçı var. Telefonla görüşmek mi istersin, yoksa adresini tarif mi edeyim?” Hayda! Mübarek cihaz, bir kere de “Ne sorup duruyorsun?!” deyiver yahut “Dalga mı geçiyon, adam mı seçiyon?” gibi bir şikâyette bulun! Sanki melek… Sabır küpü... Bıkmak, usanmak, kızmak, yorulmak nedir bilmiyor.

Sanırım bu özelliklerine hayran olmuş olmalıyım ki, ben de mahcûbiyet içerisinde kibar kibar sormaya ve konuşmaya başlamışım. Bizim diyaloglarımızı dinlemekte olan eşim belli ki çok sabretmiş, parladı: “Yahu Lokman! Şu memlekette bu bayanı sen kadar rahatsız eden var mıdır?”

Bunun üzerine ben de bir tuhaf oldum. “Panik yapmadım” desem, yalan olur. Sırrı ortaya çıkmış erkek milleti gibi kendimi kekeleyerek savunmaya kalkmışım farkında olmadan. Esprisi güzel de, burada eşimin kalıbı mı, yoksa benim kalıbım mı problemli, takdirlerinize bırakıyorum.

Espri 3, kalıp 3

Son Konya ziyaretimde akrabam olan bir hanımefendi anlattı. Çocuğu küçükken annesini ziyarete gidiyor ve oğlu Mustafa, anneannesine, yani hanımefendinin annesine diyor ki, “Anneanne, patates kızartmasını sen yapma da annem yapsın, o güzel yapıyor!”. Bunun karşısında anneannenin ne hissettiğini bilemiyoruz ama akrabam olan hanımefendi, küçücük evladı tarafından pişirdiğinin beğenilmesinden çok mutlu oluyor.

Çok uzun yıllar geçiyor ve anneannenin neler hissetmiş olabileceğini aslında çok çarpıcı bir şekilde öğreniyoruz. Senaryo aynı, sadece kişiler farklı. O anne, şimdi anneanne oluyor, hatta torunun adı da aynı –Mustafa-, konudaki yemek de yine patates kızartması; torun Mustafa ne diyor, biliyor musunuz? “Anneanne, patates kızartmasını sen yapma da annem yapsın, o güzel yapıyor!” Günümüzdeki senaryonun anneannesi, duygularını şöyle paylaşıyor: “Belki tavadaki patates kızartmasıydı ama içimdeki ciğer kavurması…”

Acaba önceki anneanne de öyle bir şey yaşamış mıdır dersiniz? Kalıplar devam ettirilip anne, anneanne ve çocuk arasındaki diyaloglar böyle devam ettikçe, sanırım ocakta patates kızarmaya, içimizde ciğer kavrulmaya devam edecektir.

Espri 4, kalıp 4

Engellilere destek gecesi düzenlenmişti. Masada o zamanki Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, Milli Eğitim Bakanımız Hüseyin Çelik, İçişleri Bakanımız Abdülkadir Aksu, Devlet Bakanımız Ali Babacan, İstanbul Valisi ve bazı işadamları vardı.

Kürsüde sırayla konuşmalar yapılıyor, engellilere destek olunması husûsu dile getiriliyor ve altı çiziliyordu. Konuşma sırası Milli Eğitim Bakanımız Hüseyin Çelik Bey’e geldi.

Malûm, Hüseyin Bey’in hitabeti çok iyidir. Öyle güzel konuşuyor ve anlatıyor ki, masadaki büyüklerimiz dikkatle kendisini dinliyorlar. Fakat konuşmanın muhtevâsı, neredeyse “Başarılı olmak için engelli olmak şart!” boyutuna geldi: “Şâir Homeros görmüyordu, bestekâr Beethoven işitmiyordu, ABD Başkanı Franklin Roosvelt yürüyemiyorrdu, Âşık Veysel, Cemil Meriç…” Bizim muzipliğimizi bilen Sayın Başbakanımız bana, “Lokman, Hüseyin Hoca’nın anlattıkları için ne düşünüyorsun?” diye sordu. Ben de içimde tezâhür eden hissiyatı gizlemeden arz ettim: “Efendim, insanın Hüseyin Hoca’yı dinleyince sakat olası geliyor!”

Eğer birtakım durumlar veya sıfatlar kötü sunulursa acziyet, muhtaçlık veya korku hikâyesi olur, iyi sunulursa başarı hikâyesi…