34 harfli Ortak Türk Alfabesi üzerine

Bu toplantı sonunda 34 harften oluşan Ortak Türk Alfabesi önerisi üzerinde uzlaşılması, yüz yıldır peşinde olduğumuz bir kızılelmaya daha ulaştığımızı gösteriyor. Aktüel olayların kirli kesafeti altında gözümüzden kaçırılan bu hâdisenin ne kadar büyük bir ufka doğru ilerlediğimizin bir göstereni olduğu belki kamuoyunun dikkatinden kaçmış olabilir. Şu var ki, bu büyük adımlar, milletinin nabzı olan aydın evlâtlarının gözünden kaçmaz. Bir asır sonra aynı toplantının yine aynı yerde icra edilmesi, bize başka bir ufuktan baş gösteren başka bir kızılelmayı gösteriyor: Birleşik Türk Devletleri.

KİM ne derse desin, büyük milletlerin genetiklerinde daima iki türlü işlevi olan büyük bir rüya gizlidir. Bu gizli rüya, milletlerin yükselişinde bir fetih rüyası, çöküşünde ise bir tevhit rüyası olarak tecellî eder. Meraklıları diğer milletleri de araştırabilir ama biz burada Türk milletinin fetih ve bozgun rüyaları üzerinde duracağız. 

Fetih rüyası yahut Kızılelma

Her milletin “fetih” kızılelmasının kökeninin kendi mitoloji, destan ve tarihinde bulunması gibi, bizim kızılelmamızın kökeni de kendi mitoloji, destan ve tarihimizde yatar. 

Bizim ilk fetih sancağımız, Oğuz Kağan Destanı’nda görülür. Bu destana göre Oğuz Kağan, ağaç kovuğunda görüp evlendiği dünya güzeli eşinden üç erkek çocuk sahibi olur. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimleri verilir ve Oğuz Kağan, bunların şerefine büyük bir şölen (toy) düzenler. Oğuz Kağan bu toyda Türk’ün değişmez kızıl elması olan şu deyişi seslendirir:

“Ben sizlere Kağan oldum/ Alalım yay ile kalkan/ Demir mızraklar bir orman/ Daha deniz daha müren (ırmak)/ Güneş bayrak, gök kurıkan (çadır)…”

Destanın devamında, Oğuz Kağan söylemini eyleme dönüştürür ve ömrünü kendi kızılelmasını gerçekleştirmek üzere tüketir. Bu destan, tarih sahnesine çıkan bütün Türk devletlerinin kulağına aynı sihirli kelimeyi fısıldar: “Fetih”... 

Mete Han’ın Büyük Hun Devleti, Attila’nın Batı Hunları, İstemi ve İlteriş Kağanların Gök Türk Devletleri, Selçuk Bey’in Selçukluları ve Osman Gazi’nin Osmanlı Devleti, kulaklarında hep bu sihirli kelimeyi duya duya, ufuklarında bir belirip bir kaybolan kızılelmanın peşinden gittiler. 

Ama kızılelma ile Türklerin münasebeti, dolunay avcısı olan adamın durumuna benziyordu. Adam dolunayın yaslandığı her tepeye varıp dolunayı kucaklamak istediğinde, dolunayın öbür tepede arz-ı endam ettiğini görüyor ve aşkla o tepeye doğru koşuyordu. Türk için de kızılılmanın sabit bir mekânı ve muayyen bir zamanı yoktu. Kızılelma bazen Silanşan yaylaları, bazen Derbent Geçidi, bazen Ahlat, bazen Bursa, bazen İstanbul, bazen Viyana oluyor ama asla bir yerde sabit durmuyordu. Bu da Türk’ü fetihten fethe, kıtadan kıtaya koşturuyordu. 

Kızılelma, muhtelif kisvelere bürünen bir dilberdi ve cazibesi hiç bitmiyordu. Yüce Allah’ın inayetiyle Müslüman olup kâinatın övüncü bir Peygamber’in sancağını elimize aldığımızda, kızılelmamız İlâ-yı Kelimetullah kisvesi giyip yeniden belirdi ve bizim damarlarımızdaki sevda ateşi yeniden yandı. Mensup olduğumuz yüce dinin içindeki hainleri ve karşısındaki kâfirleri kıra kıra Resûl’ün sancağını dokuz asır boyunca beldeden beldeye, ülkeden ülkeye ve kıtadan kıtaya koşturduk. Öldük, şehit olup “Cennet’te açmış kızıl gülleri” gördük; kaldık, gazi olup nesillere kızılelmamızı anlattık.


Kızılelma ile Türklerin münasebeti, dolunay avcısı olan adamın durumuna benziyordu. Adam dolunayın yaslandığı her tepeye varıp dolunayı kucaklamak istediğinde, dolunayın öbür tepede arz-ı endam ettiğini görüyor ve aşkla o tepeye doğru koşuyordu. 


Çile de düşer, ama Kızılelma rüyası bitmez

Ne var ki, devran dediğin döner ve Süleyman’ın tahtının yerinde yeller eser. Bu dünya bir imtihan yeridir. “Osmanlı” adına sahip olarak İlâ-yı Kelimetullah rüyasıyla baş alıp başlar verirken, bir de baktık ki kılıcımız kırıldı, sancağı tutan elimiz kesildi ve altımızda nallarından kıvılcımlar saçan atımızın ayağı sürçtü. Biz düştük de ümmet dağıldı. Nasıl dağılmasın ki ümmet? “Ümm” kelimesinden yani anneden geliyordu kökü. Anne kartal yavruların üzerinde ölünce, her bir yavruyu kuzgunlar kaptı ve yuva bozuldu.

“Osmanlı” denen ve üç kıtaya hükmeden bir âlî devlet idik. Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Türklerden oluşan büyük bir toplumduk. Devlet binası çatırdıyor ve yer yer çökme alâmetleri görülüyordu. Devletin ziyalıları bu izmihlâle bir kurtuluş reçetesi bulmaya çalıştılar. Osmanlı Müslim ve gayr-ı Müslimlerden oluştuğu için, devlet önce Osmanlıcılık diye bir fikir etrafında ayakta tutulmaya çalışıldı. Ne var ki, Hıristiyan unsurlar emperyalistlerle iş tutup devletten ayrılınca geriye sadece Müslüman tebaa kaldı. Elde kalanları da İslâmcılık fikriyle bir arada tutmaya çalıştık ama ne var ki Arnavutlar ile Araplar da gemiyi terk edince bu fikir de işe yaramadı. 

O koca cihan devletinden elde, kala kala kurucu unsur olan Türkler kaldı. Böyle olunca, aydınlar, düşmana sadaktaki son ok olan Türkçülük okunu çektiler. Ne yazık ki onların da yurdu işgal edilip orduları dağıtıldı ve millet “fakr u zaruret içinde harap ve bîtâp” düştü.

Artık fetih rüyası olan kızılelmanın yerini bozgun rüyası olan kısıl elma almıştı. Madem elde kala kala yoksul Türk milleti kalmıştı ve üstelik onların büyük bir kısmı da Rusya’nın boyunduruğu altına girmişti, o hâlde “Yiğit düştüğü yerden kalkar” atasözü uyarınca kendi içimizde toplanmalıydık.

Yahya Kemal, “Mağlûpken ordu yaslı dururken bütün vatan/ Rüyama girdi her gece bir fâtihâne zan” diyerek Ali Baba’nın Kırk Haramî mağarasına gittiği gibi tarihe gidiyordu. Ama bu bir kızılelma değil, bir teselliydi. Oysa milletin ayağa kalkması için bir teselliye değil, bir kızılelmaya ihtiyacı vardı. İşte bu hâlde iken Ziya Gökalp, Oğuz Atamızın kızılelmasının bozgundan sonra büründüğü kisvenin yeni adını koydu: “Turan”...

“Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan./ Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.”

Biz bu açmazda iken, Türkistan’da belli hanlıklar altında yönetilen Türkler, Rus Çarlığı’nın hâkimiyetine boyun eğip istiklâllerini kaybetmişlerdi. Kırımlı İsmail Gaspıralı, Türkistan Türklüğünü “Dilde, fikirde, işte birlik” ilkesi altında birleştirmek için Kırım’da, 1893 yılında “Tercüman” adlı bir gazete ile bu ilkeyi tatbik edecek yeni bir neslin peşinden koşuyordu.  

Gaspıralı, kurumsal düşünen bir akıldı. Fikirlerine vücut vermek için, “Usûl-i Cedit” adlı bir mektep açmış ve süreç içinde bu mekteplerin Türkistan coğrafyasında beş bin civarında şubesi oluşmuştu. Gaspıralı sade bir Osmanlı Türkçesini bu eğitim sisteminin dili yapmak için bir ortak alfabe ve anlayışın peşindeydi. Gökalp’in nazarî ve Gaspıralı’nın kurumsal aklı Türk tarihinin en buhranlı dönemlerinden birinde meyvesini verdi: Birinci Türkoloji Kurultayı.

“Yeni Türk Elifbası”

26 Şubat 1926 günü Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti Bakü’de Birinci Türkoloji Kurultayı toplanır. Kurultayın amacı, Sovyetler Birliği’nin çeşitli cumhuriyetlerinde yaşayan Türk aydınlarını bir araya getirerek dil ve alfabelerinin geleceğine yönelik kararlar aldırmak idi. Bu kurultayda Şamil Usmanov’un, Arap alfabesinde ünlüleri gösteren harflerin bulunmamasından dolayı Türk dillerinin bu alfabe ile yazımındaki zorlukları dile getiren konuşmasının son bölümünde, “Daha iyi bir alfabeyi kabul edersek bu zorluklar olmaz. Yeni Lâtin alfabesinin kabulü ile imlâdaki bütün meseleler köklü biçimde çözülecektir” şeklindeki ifadeleri, sürekli alkışlarla kesilen bir konuşma olur. Alfabe değişimi üzerine hararetli tartışmaların yapıldığı bu tarihî kurultayın 6 Mart 1926 günü yapılan on yedinci oturumunda, Lâtin alfabesinden alınan harflerle teşkil edilen “Yeni Türk Elifbası” kabul edilir. 

Hazırlıklarına 7 Ekim 1924 tarihinde başlanan bu kurultayı, henüz üç yaşında bir devlet olan çiçeği burnundaki Türkiye Cumhuriyeti de yakından takip ediyordu. Nitekim kurultay heyetinin Türkiye’den Fuad Köprülü ile Azerbaycan’dan gelip Türkiye’ye yerleşen Hüseyinzâde Ali Bey’i davet etmesi, bu kurultayın girişimlerini yakînen takip eden Gazi Mustafa Kemal’i memnun etmiş ve yeni devletin banisi, kurultaya çağrılan her iki ismin de bu kurultaya katılmalarını istemiştir.

Bu kurultayı, Türk kültür tarihinde yeni bir dönem açan öncü bir kurultay olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Kurultayda kabul edilen bu alfabe, önce SSCB’de Türklerin çoğunlukta olduğu cumhuriyetlerde kademe kademe yürürlüğe girmeye başlamıştı. Kurultaya iki temsilci gönderen Türkiye Cumhuriyeti, 1 Kasım 1928’de, TBMM’de kabul edilen 1353 sayılı Kanun ile Bakü’deki kurultayda kabul edilen “Yeni Türk Alfabesi”ndeki harflerin neredeyse aynısını kullanmaya başlar. 

Bu kurultayı izleyen on yıl içinde Türkiye Cumhuriyeti ile beraber Türk dünyasının büyük bir kısmı, bu kurultayda kabul edilen yazı sistemini kullanmaya başlar. Ancak Türklerin ortak bir alfabe ile bir araya gelmelerinin nereye evrileceğini çok iyi gören “kızıl çar” Stalin, bu kurultaya katılan ve SSCB tebaası hâlinde yaşayan bütün Türkistan ziyalılarını “karşı devrimci” ilân edip, kimilerini vahşice öldürtür, kimilerini ise Sibirya’ya sürgüne gönderir. O katilin kanlı eli, bırakalım Türk aydınlarını, Samoyloviç gibi Rus asıllı Türkologları bile ajan yaftasıyla boğar. Bu ziyalılardan sürgündeyken hayatta kalabilenler ancak 1950 yılını izleyen kısmî yumuşama döneminde itibar iadesiyle yurtlarına dönebildiler.

Aziz okurlar, bu uzun girizgâhı neden yaptım, biliyor musunuz? Türk Akademisi ve Türk Dil Kurumu iş birliğinde 9-11 Eylül 2024 tarihlerinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü'de Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonunun 3’üncü Toplantısında kabul edilen Lâtin tabanlı Ortak Türk Alfabesi’nin kabulü vesilesiyle... 

Bu toplantı sonunda 34 harften oluşan Ortak Türk Alfabesi önerisi üzerinde uzlaşılması, yüz yıldır peşinde olduğumuz bir kızılelmaya daha ulaştığımızı gösteriyor. Aktüel olayların kirli kesafeti altında gözümüzden kaçırılan bu hâdisenin ne kadar büyük bir ufka doğru ilerlediğimizin bir göstereni olduğu belki kamuoyunun dikkatinden kaçmış olabilir. Şu var ki, bu büyük adımlar, milletinin nabzı olan aydın evlâtlarının gözünden kaçmaz. Bir asır sonra aynı toplantının yine aynı yerde icra edilmesi, bize başka bir ufuktan baş gösteren başka bir kızılelmayı gösteriyor: Birleşik Türk Devletleri. 

Türk’ün bu rüyası mutlaka gerçekleşecektir. Bu kez ne yeni Stalin olan Putin, ne yeni Mao olan Şi Cinpin mani olacak, ne de bizi Osmanlı enkazına gömmeye çalışan Batılı emperyalistlerin güçleri buna yetecektir. Vesselâm...