308 sayılı Kanun’un mantığına karşıyım!

Velev ki o dönemin Sultanı Altıncı Mehmed (Vahideddin) gaflet içerisinde bulunmuş, devletin bekâsının önünde bir engel olsun; yapılacak iş, cezayı suçluya kesmektir. Mâkâmı cezalandırmak, hiçbir hukuk sisteminin kabul edebileceği bir karar değildir.

GEÇTİĞİMİZ Cuma günü, TBMM’ye karşı olmadığımızı, ancak sistemin doğru işler yapmadığını düşündüğümüz dönemler olduğunu yazmıştım.

İlk Meclis’in, İstanbul Hükûmeti’nden de üyeleri vardı. Zaten muhalefet edilen konularda bu üyeler öne çıkıyordu genellikle. Ancak Mustafa Kemal’in seçtiği vekillerin çoğunluğu ve zaten İstanbul’dan gelenlerin de kısmen saltanat muhalifi olması dolayısıyla kararların çoğu oy çokluğu ile alınabiliyordu. Dönemin şartları göz önüne alındığında bunun da anlaşılabilir bir durum olduğu kanaatindeyim.

Ancak toplum hâfızasında birer yara olarak duran ve anlaşılması zor bazı kararları var bu dönemde. Bu kararların bazılarını, kronolojik bir sıra gözetmeksizin ele almaya çalışacağım…

***

Bugünkü konumuz, saltanatın kaldırılması olsun…

Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920 günü açılan ilk oturumdaki konuşmasında, saltanat ve Hilâfet mâkâmına yazdığı mektup ve telgraflardan bahsediyor. Aşağıdaki birkaç örnekten de anlayabileceğimiz üzere, Üçüncü Ordu Müfettişi olarak atandığı tarihten Meclis’in kuruluşuna kadar geçen sürede kendini görevlendiren mâkâma saygı ve bağlılıktan asla ödün vermiyor:

Büyük ulusun ve kutsal Hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınız…”

“Yüce Padişahım!”

“Kutsal şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize...”

“Son kutsal buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini arttırmıştır.”

“Meclisimizde oluşan ve beliren millî kudretimiz, Hilâfet mâkâmı ve saltanatı yabancı baskısından kurtaracak ve Osmanlı Devleti’ni dağılma ve tutsaklıktan kurtarma önlemleri alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, Hilâfet mâkâmına vicdanî bağlılığı ile övünen, İslâm dünyası içinde yaşama anlayışını kendinde gören bir milletin tutsak olamayacağı inancıyla…”

***

Ve saltanatın kaldırılmasına kadar da kurumsal olarak bu mâkâmlara bağlılığından millet huzurunda ödün vermiyor. Zira millet, Osmanlı Devleti’ni, Sultanını, Halîfesini kurtarması hedefinin peşinde birlik oluyor. Ancak bu tarihten sadece iki buçuk sene sonra, Yunan Harbi’nin de kazanılmasının verdiği güçle saltanata sırt çevirmekte beis görmüyor aynı Mustafa Kemal.

Hâlbuki kendisini Anadolu’daki direnişi organize etmek üzere görevlendiren, bu görevde güç ve nüfûzunu kullandığı mâkâmdır o saltanat. Yunan Harbi boyunca bu nüfûzu halk üzerinde kullanmış ve halkı, Osmanlı’yı kurtarmak hedefi ile diri tutmuştur. Osmanlı, onu okutan, asker yapan, yurtdışına eğitime gönderen, Sultan’a emir subayı yapan devletin adıdır. Ve Osmanlı, İslâm’ın en büyük kalesi, en güçlü temsilcisi, en samîmi hâmisi olmuştur.

Saltanatın kaldırılması ile Osmanlı Devleti de hükmen sona erdirilmiştir. Oysa saltanat, 19 Mayıs 1919 ile 1 Kasım 1922 arasında kurumsal olarak ne Anadolu’daki mücadeleye, ne de Ankara Hükûmeti’ne muhalif olmuştur. Velev ki o dönemin Sultanı Altıncı Mehmed (Vahideddin) gaflet içerisinde bulunmuş, devletin bekâsının önünde bir engel olsun; yapılacak iş, cezayı suçluya kesmektir.

Mâkâmı cezalandırmak, hiçbir hukuk sisteminin kabul edebileceği bir karar değildir.

Ancak 28 Ekim 1922’de İtilâf Devletleri, Osmanlı ile barış masasına oturma davetini hem İstanbul, hem de Ankara Hükûmetlerine gönderince gücün paylaşılması fikri Mustafa Kemal’e ters geldi. Barış görüşmeleri zaten beklenen bir durumdu. Sadrazam Tevfik Paşa, 17 Ekim’de Mustafa Kemal’e, 20 Ekim’de ise Meclis’e çektiği telgraflarla ortak hareket imkânı aramış, ancak olumlu cevap alamamıştı. İşte bu ortamda, Meclis çoğunluğuna hükmetme şansı bulunan Mustafa Kemal, Osmanlı Devleti’ni tarihe gömen o 308 sayılı Kanun’un çıkmasını sağladı.

Hukukun genel hükümlerine uymayacak şekilde geriye dönük olarak çalışan bu kanunla, 16 Mart 1920 tarihi itibariyle saltanat ve buna bağlı olarak Osmanlı Devleti fiilen yok sayıldı.

Mustafa Kemal’in bu kararla vatana ihanet suçu işlediği elbette söylenemez. Ancak kendisini yetiştiren ve nüfûzunu kullandığı sisteme ihanet ettiği kesindir. Bu, olsa olsa mâkâm hırsı ile açıklanabilir ve asla getirmeyi vaat ettiği medenî yönetim sisteminin kuralları ile bağdaşmayan bir şekilde alınmış bir karardır. Çoktan padişahın iki dudağının arasından çıkan bir yönetim şeklini bırakmış olan Türk milleti, artık Mustafa Kemal’in ağzından çıkanın kanun olduğu bir sisteme geçmiştir. Hem de “red” oyu kullandığını iddia eden vakilerin itirazına rağmen “oybirliği ile” kabul edildiği kayıtlara geçirilerek…

Bu konudaki kanaatimi, zamanın Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey (Orbay) ve Mersin Vekili Selahattin Bey (Köseoğlu), daha sonra yazacakları anılarında desteklemişlerdir. Onlar saltanatın kaldırılmasına karşı çıkmalarının sebebi olarak, padişahlığı kişisel diktatörlük eğilimlerine karşı bir engel olarak görmeleri olarak izah etmişlerdir.

***

Bir sonraki tarih yazımızda da Hanedan sürgününü inceleyeceğiz inşâallâh.