GEÇTİĞİMİZ Cuma günü, TBMM’ye
karşı olmadığımızı, ancak sistemin doğru işler yapmadığını düşündüğümüz
dönemler olduğunu yazmıştım.
İlk
Meclis’in, İstanbul Hükûmeti’nden de üyeleri vardı. Zaten muhalefet edilen
konularda bu üyeler öne çıkıyordu genellikle. Ancak Mustafa Kemal’in seçtiği
vekillerin çoğunluğu ve zaten İstanbul’dan gelenlerin de kısmen saltanat
muhalifi olması dolayısıyla kararların çoğu oy çokluğu ile alınabiliyordu.
Dönemin şartları göz önüne alındığında bunun da anlaşılabilir bir durum olduğu
kanaatindeyim.
Ancak
toplum hâfızasında birer yara olarak duran ve anlaşılması zor bazı kararları
var bu dönemde. Bu kararların bazılarını, kronolojik bir sıra gözetmeksizin ele
almaya çalışacağım…
***
Bugünkü
konumuz, saltanatın kaldırılması olsun…
Mustafa
Kemal, 24 Nisan 1920 günü açılan ilk oturumdaki konuşmasında, saltanat ve
Hilâfet mâkâmına yazdığı mektup ve telgraflardan bahsediyor. Aşağıdaki birkaç
örnekten de anlayabileceğimiz üzere, Üçüncü Ordu Müfettişi olarak atandığı
tarihten Meclis’in kuruluşuna kadar geçen sürede kendini görevlendiren mâkâma
saygı ve bağlılıktan asla ödün vermiyor:
“Büyük ulusun ve kutsal Hilâfetin biricik ve
gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınız…”
“Yüce Padişahım!”
“Kutsal şahsınıza
bağlılık içinde olan temiz milletinize...”
“Son kutsal
buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini arttırmıştır.”
“Meclisimizde
oluşan ve beliren millî kudretimiz, Hilâfet mâkâmı ve saltanatı yabancı baskısından
kurtaracak ve Osmanlı Devleti’ni dağılma ve tutsaklıktan kurtarma önlemleri
alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, Hilâfet mâkâmına vicdanî bağlılığı ile
övünen, İslâm dünyası içinde yaşama anlayışını kendinde gören bir milletin
tutsak olamayacağı inancıyla…”
***
Ve
saltanatın kaldırılmasına kadar da kurumsal olarak bu mâkâmlara bağlılığından
millet huzurunda ödün vermiyor. Zira millet, Osmanlı Devleti’ni, Sultanını, Halîfesini
kurtarması hedefinin peşinde birlik oluyor. Ancak bu tarihten sadece iki buçuk
sene sonra, Yunan Harbi’nin de kazanılmasının verdiği güçle saltanata sırt çevirmekte
beis görmüyor aynı Mustafa Kemal.
Hâlbuki
kendisini Anadolu’daki direnişi organize etmek üzere görevlendiren, bu görevde
güç ve nüfûzunu kullandığı mâkâmdır o saltanat. Yunan Harbi boyunca bu nüfûzu
halk üzerinde kullanmış ve halkı, Osmanlı’yı kurtarmak hedefi ile diri
tutmuştur. Osmanlı, onu okutan, asker yapan, yurtdışına eğitime gönderen, Sultan’a
emir subayı yapan devletin adıdır. Ve Osmanlı, İslâm’ın en büyük kalesi, en
güçlü temsilcisi, en samîmi hâmisi olmuştur.
Saltanatın
kaldırılması ile Osmanlı Devleti de hükmen sona erdirilmiştir. Oysa saltanat,
19 Mayıs 1919 ile 1 Kasım 1922 arasında kurumsal olarak ne Anadolu’daki
mücadeleye, ne de Ankara Hükûmeti’ne muhalif olmuştur. Velev ki o dönemin
Sultanı Altıncı Mehmed (Vahideddin) gaflet içerisinde bulunmuş, devletin bekâsının
önünde bir engel olsun; yapılacak iş, cezayı suçluya kesmektir.
Mâkâmı
cezalandırmak, hiçbir hukuk sisteminin kabul edebileceği bir karar değildir.
Ancak
28 Ekim 1922’de İtilâf Devletleri, Osmanlı ile barış masasına oturma davetini
hem İstanbul, hem de Ankara Hükûmetlerine gönderince gücün paylaşılması fikri
Mustafa Kemal’e ters geldi. Barış görüşmeleri zaten beklenen bir durumdu. Sadrazam
Tevfik Paşa, 17 Ekim’de Mustafa Kemal’e, 20 Ekim’de ise Meclis’e çektiği
telgraflarla ortak hareket imkânı aramış, ancak olumlu cevap alamamıştı. İşte
bu ortamda, Meclis çoğunluğuna hükmetme şansı bulunan Mustafa Kemal, Osmanlı
Devleti’ni tarihe gömen o 308 sayılı Kanun’un çıkmasını sağladı.
Hukukun
genel hükümlerine uymayacak şekilde geriye dönük olarak çalışan bu kanunla, 16
Mart 1920 tarihi itibariyle saltanat ve buna bağlı olarak Osmanlı Devleti fiilen
yok sayıldı.
Mustafa
Kemal’in bu kararla vatana ihanet suçu işlediği elbette söylenemez. Ancak
kendisini yetiştiren ve nüfûzunu kullandığı sisteme ihanet ettiği kesindir. Bu,
olsa olsa mâkâm hırsı ile açıklanabilir ve asla getirmeyi vaat ettiği medenî
yönetim sisteminin kuralları ile bağdaşmayan bir şekilde alınmış bir karardır.
Çoktan padişahın iki dudağının arasından çıkan bir yönetim şeklini bırakmış
olan Türk milleti, artık Mustafa Kemal’in ağzından çıkanın kanun olduğu bir
sisteme geçmiştir. Hem de “red” oyu kullandığını iddia eden vakilerin itirazına
rağmen “oybirliği ile” kabul edildiği kayıtlara geçirilerek…
Bu
konudaki kanaatimi, zamanın Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey (Orbay) ve Mersin
Vekili Selahattin Bey (Köseoğlu), daha sonra yazacakları anılarında
desteklemişlerdir. Onlar saltanatın kaldırılmasına karşı çıkmalarının sebebi
olarak, padişahlığı kişisel diktatörlük eğilimlerine karşı bir engel olarak
görmeleri olarak izah etmişlerdir.
***
Bir sonraki tarih yazımızda da Hanedan sürgününü inceleyeceğiz inşâallâh.