BİRİNCİ Dünya Savaşı sonuçlarının şartlarına bağlı olarak, Türkiye’ye dışarıdan (özellikle İngiltere’den) yapılan zorlamayla Osmanlı Hanedanlığının tasfiyesi öngörülmüştür. Tasfiye için bir suçlu gerekliydi ki Vahideddin Han, işte o suçlu olarak aranıp bulunmuş, Türkiye topraklarının bir bölümünün işgalinden ve işgalcilerle iş birliği yapmaktan sorumlu tutulmuştur.
Oysa Vahideddin herhangi bir cephede savaşmamıştır. Cephede savaşır gibi yaparak düşmanla iş birliği yapanlardan dolayı sonunda İstanbul bile işgal edilmiştir. Vahideddin ise cepheyi çökertenleri görmemiştir. Aklı daha çok İttihatçıların tasfiyesinde kalmıştır. Felâketten onları sorumlu görmüş, onların tasfiye edilmesi hâlinde Osmanlı Devleti ve Türk halkının felaha ereceğini hayâl etmiştir.
Suriye Cephesi’nin doğrudan çökmesinden sorumlu gördüğü Kemal Paşa’yı padişah yetkileriyle Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’ye göndermiştir.
Kongreler boyunca herkes Vahideddin’e olan bağlılığını yarıştırmıştır ki o isimler arasında en çok bilineni de Kemal Paşa’dır. Vahideddin, en büyü hatalarından birisini 16 Mart 1920 İngiliz baskınından sonra Meclis-i Mebusan’ı feshederek yapmıştır. O meclisin Ankara’ya taşınması ile birlikte iktidarının da tümüyle kayıp gideceğini hesap edememiştir.
Türkiye tarihinde hiçbir siyâsî lider Kemal Paşa kadar takiyye yapamamıştır. Çünkü Paşa, mutlak bir şekilde ve savaş galipleriyle aynı paralelde, Osmanlı Hanedanını tasfiye için gün sayarken, her zaman, “Zât-ı Şahane, Halife-i Akdes” dediği ve nihayet fahrî yaveri olmakla övündüğü Vahideddin’e, Halifeliğe ve İslâm’a karşı olan tutumunu, kendisini başkan seçtirdiği Meclis’te 24 Nisan 1920 günü şöyle açıklamıştır:
“Mücahedatımızın birinci gayesi, Saltanat ve Hilâfet makamlarının birbirlerinden ayrılmasını hedef almış olan düşmanlarımıza irade-i milliyemizin buna müsait olmadığını göstermek ve mukaddes makamları ecnebi esaretinden tahlis ederek ulu’l-emrin salahiyetini, düşmanın tehdit ve zorlamasından kurtarmaktır.”
Böylece Meclis kayıtları ile Padişahlık ve Halifelik mukaddes makamlar diye görüldüğü gibi, Padişahlığı ve Halifeliği ayırmanın da düşmanlarımızın hedefi olarak dünya âleme ilân edilmiştir. Ne var ki, Osmanlı Devleti’ni “saltanatın kaldırılması” adıyla batıranlar, bunun sorumlusu olarak Vahideddin’i ilân ettikleri gibi Halifelik ve Saltanatı da o gün ayırmışlardır. Bununla da kalmamışlar, bu ayrılığın Halifeliğin lehine olduğunu ileri sürmüşlerdir:
“Şimdi efendiler, makam-ı Hilâfet mahfuz olarak, onun yanında hâkimiyet ve saltanat-ı milliye makamı ki Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Elbette ikisi yan yana durur ve elbette Melikşah’ın makamı karşısında aciz ve naçiz bir makam sahibi olmaktan daha âli bir tarzda bulunur. Çünkü bu günkü Türkiye Devleti’ni temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Çünkü bütün Türkiye halkı, bütün kuvvasıyla o makam-ı Hilâfet’in istinatgâhı olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdanî ve dinî bir vazife olarak taahhüt ve tekeffül ediyor.” (Yücel Demirel, Atatürk, Belgeler-Elyazısı ile Notlar-Yazışmalar, YKY, İstanbul 2022, s.297-298)
Böylece Saltanatı kaldırıp Halifeliği devam ettirerek, siyâsî bir rüşvet gibi halka takdim edilmiştir. Halifeliğin kaldırılması hedefi için Halifelik makamına bağlı görünmekten elde edilen iktidar gücüyle Halifeliğin kaldırılacağı uygun bir zaman beklenmeye başlanmıştır. TBMM ve bütün Türk halkı, Halifeliğin kuvvet kaynağı olması bakımından böylece kefil olarak gösterilmiştir. Herkesi, en çok da kendini aldatmayı hayat tarzı hâline getirenler, böylece Halifeliğin Meclis’in ve milletin kefaletiyle siyâsî kavgaların dışında tahkim edildiği iddiası ile teselli bulmuşlardır.
Hazreti Ebubekir zamanından başlayarak Halifeliği kabul etmeyen Müslümanların her zaman olduğu, dolayısıyla Halifeliğin bütün Müslümanların birliğini her zaman temsil etmediği, bu yüzden 1924’te kaldırıldığında zaten Halifeliğin en zayıf ve en etkisiz dönemini yaşadığı, İslâm Birliği’nin zaten bir hayâl olduğu, Halifeliğin kaldırılması ile bu birliğin çökmediği yönünde iddialar ileri sürenler de her zaman olmuştur.
Ancak hatırlanmalıdır ki, Halifelik yeterince güçlü bir kurum olmadığı ve Müslümanların birliğini yeterince temsil edemediği için kaldırılmış değildir. 1924 şartlarında Halifeliğin miras olarak devraldığı meşruiyet ve temsil gücündeki zayıflık, hatta acizlik, asla kaldırılmasının aslî sebepleri değildir. Zaten bir iki yıl öncesinde Halifeliğin devam etmesinin gerekliliği için, ona bağlılıktan başka bir amaçları olmadığına halkı inandırmak üzere yapılan gayretlerin aslında bir siyâsî takiyyenin icabı olduğu görülmüştür. Böylece Halifeliğe bağlı görünerek elde edilen siyâsî ve askerî güç ile Halifelik tasfiye edilmiştir.
Ocak 1924 sonunda İzmir’de yapılan askerî tatbikatları izlemek için gelmiş olan Kemal Paşa, Halifeliği kaldırma fikrini Fevzi, İsmet ve Kâzım (Özalp) Paşalara açmış ve elbette onların rızasını da aldığını açıklamıştır. Adı geçenlerin Kemal Paşa’nın hiçbir fikir ve eylemine itiraz ettikleri zaten duyulmuş ya da görülmüş değildir. Onlara bu fikrin açıklanması, Halifeliğin kaldırılması esnasında onlara düşen görev ve sorumluluklar dolayısıyladır. Yoksa mutlakıyet idaresinin başı olarak Kemal Paşa’nın onların onayına ihtiyacı olmamıştır.
Daha üç yıl kadar önce Halifeliğin kaldırılması bir yana, Halifeliğin padişahlıktan (saltanattan) ve dolayısıyla iktidar gücünden ayrılmasının düşmanlarımızın hedefi olduğunu açıklamış olan Kemal Paşa, şimdi Halifeliğin kaldırılması sonucuna gelmiştir. Geçen üç dört yıllık süre içinde düşmanlarımızın hedefi değişmiş midir? Bunu söylemeye imkân yoktur. Zaten düşmanlarımızın bu konuda hedefleri değişmiş olsaydı, Kemal Paşa açıklamış olurdu.
Kemal Paşa’nın açıklamış olduğu düşmanlarımızın hedeflerinde bir değişiklik olmamıştır. Ancak CHP’nin hedeflerinde değişiklik olmuştur. CHP’nin siyâsî hedefleri ile düşmanlarımızın siyâsî hedefleri birleşmiştir. Bütün iktidar gücü de CHP’nin elinde toplandığı için, artık Halifeliği kaldırmak gerekli görülmüştür.
Halifeliğin bütün Müslümanların birliğini temsil edemediği tarihî bir hakikattir. Ancak birlik hedefi için hiçbir işe yaramadığı iddiası da bâtıl bir görüştür. Millî Mücadele tarihi bunun şahididir.
Millî Mücadele yıllarında Türk halkına kimler, hangi topluluklar yardım etmiştir? CHP idaresinin yüzünü çevirmekle bir maymun ısrarı ile taklit ettiği Batı toplumları mı Türkiye’ye yardım etmiştir, yoksa işgal altında olmalarının yol açtığı ağır baskı ve zulüm şartlarına rağmen Hindistan Müslümanları mı?
Hindistan Müslümanları, o dönem Türkiye’nin bağımsızlığına engel olduğu ve İstanbul’u işgal ettiği için İngiliz yönetimini aylarca ve çeşitli yöntemlerle protesto etmişler; sömürge altında ve sefalet içinde yaşamalarına rağmen topladıkları yardımları, esaret altındaki Halifenin kurtarılması ve Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinde kullanılması için Türkiye’ye göndermişlerdir.
Hindistan Müslümanlarının Türkiye’ye yardım etmeleri, Müslüman kardeşliğinden ve Halifeye duydukları bağlılıktan başka ne olabilir?
Dolayısıyla 1920’lerde Müslüman kardeşliği ve dayanışması, içi boş bir hayâlî iddia değildir. Somut, açık, görünür bir örnektir. Hindistan halkı Türk değildir. Dolayısıyla Türk oldukları için bu yardımı yapmış değillerdir. Hindistan Türkiye’nin komşusu da değildir, nasıl komşuluk nedeniyle Türkiye’ye yardım etmiş olsunlar?
Elbette geçmiş yüzyıllarda Türk Gazneliler ve Babürşahların Hindistan’da İslâmiyet’i yayma çabalarının ve nihayet 16’ncı yüzyılda Portekizlilerin Hindistan’a saldırılarına engel olmak için Kanunî’nin yaptırdığı Hint Deniz Seferlerinin Hindistan Müslümanları üzerinde bıraktığı olumlu etkilerin sonucuyla bu yardım açıklanabilir.
Hindistan Müslümanlarının Millî Mücadele döneminde Türkiye’ye yaptıkları yardımın canlı bir şahidi İş Bankası değil midir?
Türk halkına gönderilen yardım paraları her nasıl olmuş ise birdenbire Kemal Paşa’nın şahsî parası/serveti olmuş ve 1924’te İş Bankası’nın kuruluş sermayesi hâline gelmiştir. O İş Bankası, kurulduğu günden başlayarak CHP’nin faaliyetlerini ve masraflarını karşılamış, Halifeli ve İslâm’ın tanzim edici olduğu bir toplum düzenine karşı yürütülen her çeşitten işin koruyucusu olmuştur. Halifeliğin devamı ve Türk halkının Müslüman ve özgür olarak hayatını sürdürmesi için gönderilen Hindistan Müslümanlarının yardım paraları, bunun tam aksine olan hedefler için kullanılmış ve yalnızca bir kişinin şahsî servetine dönüşerek, ölümünden sonra bile partisinin para ihtiyacını karşılayagelmiştir.
Bütün bunların sonunda Halifeliğin kaldırılması bir devrim sayılabilir mi? Devrimleri halkın ihtiyaçlarından bağımsız bir şekilde açıklamak mümkün değildir. Halifeliğin kaldırılması Türk halkının değil düşmanlarımızın gayesi olduğu için, onların ihtiyaçlarının bir sonucudur. O hâlde Halifeliğin kaldırılması bir devrim değildir.
Dönemin şartlarına göre Halifelik kurumu ıslah edilebilirdi. Bütün Müslümanları temsil edecek bir yapıya/özelliğe kavuşturulabilirdi. Babadan oğula intikal eden bir miras olmaktan çıkarılabilirdi. Böylece daha kapsayıcı olmasının sonunda temsil gücü de o ölçüde katlanarak artmış olurdu. Ancak Halifeliği kaldıranların amacı, tarihten beri Halifeliğin süregelen zaaflarını ortadan kaldırmak, temsil gücünü arttırmak ve bütün Müslümanların sorunlarının çözümünü en azından kolaylaştırıcı bir yapıya ulaştırmak değildir. Zaaflarıyla bile olsa Halifeliğin yıkılması düşmanlarımızın hedefi olmuşken, ıslah edilmiş, güçlendirilmiş ve temsil gücü arttırılmış bir Halifelik yapısı hiçbir şekilde düşmanlarımızın siyasetlerine uygun düşmezdi. Nitekim bu sebepten dolayı yıkılmıştır.