
Hükûmet ve darbeciler
28 Haziran
1996-30 Haziran 1997 tarihleri arasında görev yapan ve Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığında
kurulan Refahyol hükûmetiyle, kurulduğu andan itibaren generallerin yıldızı
hiçbir zaman barışmadı. Generaller, Erbakan hükûmetine sürekli dolaylı
müdahalelerde bulundu. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, Sincan’da
tankların yürütülmesini “balans ayarı” olarak nitelendirmişti.
Generallerle
Hükûmet arasındaki gerilim, 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısında zirveye
çıktı. Generaller, Hükûmet’e meşhur 28 Şubat Bildirisi ile ilân edilen
maddeleri dayattı. Refahyol hükûmetinin istifa
etmesiyle sonuçlanan süreç, Kasım 1996’da başladı. Yani 8 aylık bir plân
yapıldı ve uygulandı. Bu 8 aylık süreç, Genelkurmay Psikolojik Harekât Dairesi’nden
yönetildi.
Ankara’da,
12 Haziran’ı 13 Haziran’a bağlayan gece ve 13 Haziran’ı 14 Haziran’a bağlayan
gece, darbe rüzgârları esti. Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın
sözleriyle, Genelkurmay’da ışıkların sabahlara kadar yakılmasının sebebi, Hükûmet’in
darbeyle korkutularak gitmesini sağlamaktı. Nitekim 12 Haziran 1997 günü
Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve Büyük Birlik
Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Başbakanlık Konutu’nda bir araya
geldi. Buluşmanın basına yansıyan noktasında Çiller’in ilk sözü, “13 Haziran’da
darbe hazırlığı var!” şeklinde oldu. Beş gün sonra Necmettin Erbakan, Hükûmet’in
istifasını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sundu.
Şüphesiz bu büyük bir oyundu ve
bu oyunun bir çok aktörü vardı. Darbenin bir kısım aktörü çeşitli kurum ve
kuruluşlardı. Bunların başında Türk Silahlı Kuvvetleri olarak tanımlanan “ordu”
geliyordu.
Darbeciler ve mağdurlar
Dindar
halk için 28 Şubat, tüm değerlerimizin üzerinden geçen bir buldozer gibiydi. Dindar
insanların kıt kanaat imkânlarla kurduğu vakıflar ve dernekler kapatılmıştı.
Kur’ân kursları kapatılmış, öğrencileri ise çil yavrusu gibi dağıtılmıştı.
İmam-hatip okulları katsayı engeli ve kesintisiz eğitim kanunuyla çelmelenmiş,
kapılarına kilit vurulmuş, binalarına el konularak başka kuruluşlara cebren
verilmişti.
Başörtülü
öğrenci ve öğretmenler bir cadı avına tâbi tutulmuş, binlerce kişi işinden ve
sağlığından olmuştu. 3 bine yakın subay, disiplinsizlik sebebiyle ordudan
atılmış, sivil hayatta bile işe girmemeleri için takibat yapılmıştı. Eşleri,
kendileri ve çocuklarıyla tam bir aile dramı yaşamışlardı!
Hocalar
ve âlimler polis takibine uğramış, dindar radyo ve televizyonlar kapatılmış,
gazeteler baskına uğramış, binlerce çalışan işsiz kalmıştı. O günlerde GATA’da görev yapan dünyaca ünlü
psikiyatrist Albay Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ı, Gaziantep’e “veteriner hekim”
olarak göndermişlerdi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji
bölümünde öğretim üyesi olan bir doktoru Orman Fakültesine göndermişlerdi.
28 Şubat Darbesi ve darbenin aktörleri,
aradan bin yıl geçse dahi unutulmayacak!
Başbakan olduğu dönemde Recep
Tayyip Erdoğan, AK Parti Grubunda yaptığı bir konuşmada, 28 Şubat aktörlerinin
zulümlerinin bin yıl unutulmayacağının altını çizerek şunları söylemişti: “İki genç kız yanıma geldi. ‘Nedir
rahatsızlığınız?’ diye sordum. ‘Ne olacak Başkanım, kafayı üşüttük’ dediler. ‘Niye?’
dedim, ‘Eğitim-öğretim hakkımız elimizden alındı’ dediler. Onlar sadece iki
taneydi. O sayılar yüzlerce, binlerce kızımız için geçerliydi. Bunların âhı,
bunların vâhı yerde kalır mı?”
Akit
Gazetesi sahibi Mustafa Karahasanoğlu, 28 Şubat Darbesi dönemine ilişkin
unutamadığı bir anısını şöyle dile getirir: “Apartmanın
en üst katında oturuyorum. Asansör gece 02:00’dan sonra çalışmaya başlayınca, ‘Bunlar
beni almaya geliyorlar, kameralar yanlarında olacak’ diye aklımdan
geçiriyordum. Pijama ile görüntü verip beni aşağılamasınlar diye asansör
çalışınca hemen pantolon ve ceketimi giyiyordum. Elbiselerimi giyiyordum ki
görüntü alırken Akit’in sahibini pijamalı vaziyette çekmesinler.” (Karahasanoğlu, 2012)
Asker Binbaşı İskender Pala’ya göre yaşananlar, edebiyat öğretmeni bir ‘Kıdemli Üsteğmen’i ‘kat tuvaletleri temizliği sorumlusu’ olarak atayan (Pala, 2010:62) bir zihniyetin ürünüydü.
Darbeciler ve Yargı
Darbeciler mahkemeleri de abluka altına almış, Yargı mensuplarına
Ankara’da brifing vermişlerdi. Başbakan Erbakan’ın korumalarına yapılan muamele,
28 Şubat darbe günlerindeki Yargı’nın hâlini gösteren sembolik bir örnektir.
28
Şubat darbe günlerinde Kocaeli’ndeki gemi indirme törenine Başbakan Erbakan’ın
korumaları Fuat Sarıtaş ve Vahap Kanıtoğlu, listede isimleri bulunmasına rağmen
alınmamışlardı. Kısa süreli protokol krizi sonrası korumaların peşini bırakmayan
dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, iki isim hakkında yakalama kararı
çıkarttırdı. Refahyol’a karşı yürütülen kampanyanın en önemli örneklerinden biri
olan protokol krizi, Erbakan’ın küçük düşürülmesi amacıyla psikolojik harekât
operasyonuna dönüştürüldü.
Dönemin
Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, Sarıtaş ve Kanıtoğlu’nun yakalanması için
İçişleri Bakanlığı ile Başbakanlık’a “tehdit ve uyarı” niteliğinde bir mektup
yazdı. Mektupta, “İlgili personel hakkında ivedilikle işlem yapılmasını, aksi takdirde
Genelkurmay Başkanlığınca doğrudan gerekli yasal işlemlere başlanacaktır”
ifadelerine yer verildi. Bunun üzerine avukatıyla Donanma Komutanlığı’ndaki
askerî mahkemeye ifade vermek üzere giden Fuat Sarıtaş, Donanma Komutanlığı’nın
girişinde yaşadığı ilk şoku şöyle anlatır: “Avukatla birlikte Gölcük Donanma
Komutanlığı’na gittik. Avukata, ‘Sen dışarı çık, burada CMUK geçmez’ dediler.”
(Sarıtaş, 2012)
Mahkeme
sürecinde askerî hâkim ve savcıların kendilerini “kafalarına göre”
yargıladığını ifade eden Kanıtoğlu, “Bizi
donanmaya almayan binbaşı, kendi açıkladı. Batı Çalışma Grubu üyesiymiş”. Fuat
Sarıtaş ise, askerî mahkemedeki duruşmada avukatı Burhan Apaydın ile askerî hâkim
arasında yaşanan ilginç bir diyalogu anlattı. Apaydın’ın hâkime, “Bu adamları burada yargılamanız suçtur” demesi
üzerine hâkimin, “Bırak yargılamayı, istesem bu adamları karşımda 1 ay dans
ettiririm, kralı da karışamaz” dediğini söyledi. Kanıtoğlu, hapisteyken eski Adalet Bakanı
Şevket Kazan’ın ziyaret için gönderdiği adamların bile donanmadan içeri
alınmadığını ifade etti. 2 buçuk ay Konya Askerî Cezaevi’nde kalan Sarıtaş ve
Kanıtoğlu, cezaevinin darbe için hazırlandığına tanıklık etti. Sarıtaş, üst
düzey askerlerin kendilerine, “Mahzenleri darbede siviller gelir diye
temizledik” dediğini anlattı. (Kanıtoğlu, 2012)
Darbeciler ve fişlemeler
Darbeci
generallerin o gün toplumu yıldırmak ve Hükûmet’i tasfiye etmek için kullandığı
en yaygın uygulama, her kesimden kişi ve kurumun fişlenerek kara listeye
alınmasıydı.
Genelkurmay
İstihbarat Başkanlığınca hazırlanan ve “Genelkurmay Başkanı emriyle” notu
düşülerek tüm askerî kurumlara gönderilen raporlar, Başbakanlık’a bağlı olan
bakanlıklar, bağlı kuruluşlar ve yüksek yargıdaki görevliler hakkında
“irticacı” avına çıkıldığını gözler önüne seriyordu. “İrticacı gruplarla ilişkileri bulunduğu yönünde haklarında bilgi
intikal eden şahıslardan bu konumlarını muhafaza eden…” denilerek toplam 2
bin 639 kişi isim, görev yerleri sıralanarak fişlenmiştir. Müspet veya menfi
gelişmeler ve kanaat bölümünde de fişleme çizelgesini dolduran personelin fikir
ve gözlemlerini aktarması istenmişti.
Subayların
yanı sıra sivil vatandaşları da fişleyen Batı Çalışma Grubu, Refahyol hükûmetinin
kurulmasından çok önce düğmeye basmıştı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı (DKK)
bünyesinde faaliyet gösteren grup, 28 Şubat sürecinde muvazzaf subay ve astsubayların
yanı sıra sivil vatandaşları da fişlemeye başlamıştı.
Aynı günlerde, o
meşum darbenin bütün toplumu nasıl çepeçevre kuşattığını bir mağdurun
kaleminden kısaca hatırlayalım:
“Türkiye’nin 28 Şubat sürecini bütün şiddetiyle yaşadığı
dönemde AKRA FM’de Genel Müdürlük görevini yürütüyordum. İdarecilik yanında
çeşitli programlar da hazırlıyordum. 1995 yılında başlattığım ve 1999 Kasım
ayına kadar -kısa süreli kesintiler hâriç- hep yayında olan Mercek programında
hafta içi her gün gündemi en iyi temsil ettiğini düşündüğüm köşe yazılarını
dinleyicilerle paylaşıyordum.
O programda okuduğum ve üzerine en ufak bir yorum dahi
yapmadığım yazılar sebebiyle hakkımda dâvâlar açıldı, radyomuza kapama cezaları
verildi. Hakkımda açılan dâvâlardan ikisi 312/2’den olduğu için ağır cezada
yargılandım. 1999 yılında başlayan dâvâ süreci, 2003 yılında tamamlandı ve iki
dâvâdan da mahkûmiyet kararı çıktı, tecil edildi.
28 Şubat süreci öyle zalim bir süreçti ki bu ülke insanının
geniş bir kesimini etkilemiş, kimini işinden etmiş, kimini hapse tıkmış, kimini
ise itibarsızlaştırmıştı.” (Koçak, 2012)
Dönemin bakanlarından biri, katıldığı bir televizyon programında, o dönemde eşinin yakınlarının, akraba ve arkadaşlarından bazılarının eşiyle karşılaştıklarında yollarını değiştirdiklerini, selâm vermekten korktuklarını anlatıyordu.
28 Şubat Darbesi’nin muhasebesini ne
zaman yapacağız?
Geçmişi sağlıklı bir şekilde analiz edip muhasebesini yapmayan toplumlar,
daha güzel bir gelecek kuramazlar.
Darbe
mağduru Türk toplumu da 28 Şubat Darbesi’nin kendi zaviyesinden muhasebesini
yapmalı, “Biz nerede hatâ yaptık?” sorusunun cevabını bulmalıdır. Bu cümleden
olmak üzere küçük bir girizgâh yapmakta fayda var.
Darbeden bugüne 24 yıldır
yazıldığı gibi, darbecilerin marifetleri daha onlarca yıl yazılacak. Ama biz, darbenin mağdurları olarak, bu
darbe günlerindeki tavrımız ile ilgili hiç özeleştiri yapmayacak mıyız?
Hâlbuki 28 Şubat
Darbesi’nin failleri olan generaller kadar, bu generalleri cezalandırmayarak
darbenin önünü açan dönemin iktidarı da olanlardan mesuldü. 12 Mart 1971’de
generaller muhtıra verir vermez şapkasını alarak giden dönemin Başbakanı
Süleyman Demirel’i tarih hiçbir zaman affetmemiştir. Dönemin Başbakanı Erbakan,
kendisine ve millete topyekûn savaş açmış generalleri tasfiye etmeye hiçbir
şekilde yanaşmadı. Hâlbuki bu kural vardır: Meydana çıkmak için soyunduysanız,
meydanın hakkını vereceksiniz. Erbakan Hoca, 28 Şubat Darbesi günlerinde
maalesef meydanın hakkını veremedi. Darbe öncesi ve sonrası darbeciler için
gerekenleri yapamadı.
Dönemin
Başbakanı Erbakan, kendisine hakaret eden Jandarma generali Osman Özbek
hakkında bir işlem yapmamış, Hasan Celal Güzel tarafından önerilen işlem
evrakıyla ilgilenmemiş, bir anlamda kendisine çekilen bu el enseye cevap
vermeyerek darbecileri cesaretlendirmişti. O
günlerde generaller, Karargâh’ta Başbakan Erbakan’a omuz atıyorlardı. Yapılan
bu muameleleri kabullenemeyen dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı’nın parti
grup toplantısında konuşmak istemesi üzerine Erbakan, “Kabadayılık yapma, otur
oturduğun yerde! İllâ bir şey söylemek istiyorsan, git ormanda söyle” diyordu.
BBP’li
Remzi Çayır’ın naklettiğine göre Muhsin Yazıcıoğlu, Erbakan’a darbeci
generalleri görevden almasını söylemiş, Çiller de buna destek vermişti. Ancak
Erbakan buna bir türlü yanaşmamıştı. Batı Çalışma Grubu’nun plânları ele
geçince, Başbakan Erbakan işlem yapmak yerine darbe plânlarını dönemin
Cumhurbaşkanı Demirel’e göndermişti. Kediye ciğer teslim etmek gibi bir şeydi
bu...
Saadet Partisi’nin bir
dönem Genel Başkanlığını yapmış Prof. Dr. Mustafa Kamalak’ın naklettiğine göre,
Almanya’da bir toplantıda bazı dinleyiciler 28 Şubat darbecilerini şikâyet
etmeye kalkınca, Erbakan derhâl sözlerini kesip, “Askerimize lâf söyletmeyiz”
demişti.
Adam sana küfür
ediyor, omuz atıyor, milletin iktidarını deviriyor, sen lâf söyletmiyorsun. Bu
anlaşılmaz tavrın sebebi şuymuş: Erbakan ve Kamalak’a göre cuntacı generaller
eğitilmeliymiş. Onlar eğitilse bu gibi yanlışları yapmazlarmış… Millete karşı topyekûn savaş açan cuntacı
generallerin eğitilme yöntemini kendisine reçete edinen bir hareketin bir yere
varamayacağı ortadaydı. Generaller partinizi tam dört defa kapatacaklar ve
siz onların eğitilmesinden bahsedeceksiniz…
Endülüs’ün son
sultanı düşman ile zamanında çatışmayıp son anda ağlamaya başlayınca, annesi, “Zamanında
erkek gibi çatışmayan, sonunda böyle kadınlar gibi ağlar” demişti. Türkiye,
oyunu verdiği, ümidini yüklediği liderlerin toplumsal sorumluluklar karşısında
ne tür refleksler verdiğini sorgulamadan, bu anlamdaki hatâlarını tespit
etmeden asla bir yere varamaz!