28 Şubat Darbesi: Aktörler ve mağdurlar

Binlerce insan “irticacı” diye fişlendi. Başörtüsü nedeniyle öğrenciler ve öğretmenler okullarından atıldı. Toplumun her kesiminden inançlı insanlar işlerinden edildi, kumpas kuran mahkemeler aracılığıyla hapislere atıldı. “İrtica” paranoyası üzerinden kadın, erkek ve çocuklara dahi zulmedildi. Seçilmiş hükûmet, karanlık güçlerin oyunlarıyla düşürüldü. Bunu fırsat bilen Türkiye düşmanları ise ceplerini doldurdu. El konulan bankalar aracılığıyla 50 milyar dolar hortumlandı.

Demokrasiye karşı tank paleti

REFAHYOL iktidarı ile kurulduğu andan itibaren generallerin yıldızı hiçbir zaman barışmamıştı. Generaller, Erbakan’ın Başbakan olduğu Hükûmet’e sürekli dolaylı müdahalelerde bulunuyorlardı.

Fitilin ateşlendiği yerlerden biri, Refah Partililerin işbaşında bulunduğu Sincan oldu. 4 Şubat 1997 günü Sincan halkı, tank sesleriyle uyandı. Generaller tarafından tankların bir tatbikata gittiği yalanı söyleniyordu. Hâlbuki generaller, Hükûmet’e “balans ayarı” verme peşindeydiler. Generaller ilk kez bir motorlu yürüyüşü bir gün önceden Anadolu Ajansı’na bildirmiş vaziyetteydiler (Birand ve Yıldız, 2012:200).

Generaller tankları Sincan’dan yürüterek Hükûmet’e karşı gövde gösterisi yapmışlardı. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, olayı “balans ayarı” olarak nitelendirmişti. Generallerin seçilmiş iktidarı devirmek için başlattıkları süreç, devlet ve toplum üzerinde büyük tahribata yol açtı. Karanlık odaklar, 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan ve “dokuz saat” süren MGK toplantısıyla, Refahyol iktidarının düşürülmesi için düğmeye bastı.

Generaller; medya, yargı ve sivil toplum örgütü kisvesi altındaki kuruluşları brifinglerle cadı avına hazırladılar. Ve Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden biri başlamış oldu. Binlerce insan “irticacı” diye fişlendi. Başörtüsü nedeniyle öğrenciler ve öğretmenler okullarından atıldı. Toplumun her kesiminden inançlı insanlar işlerinden edildi, kumpas kuran mahkemeler aracılığıyla hapislere atıldı. “İrtica” paranoyası üzerinden kadın, erkek ve çocuklara dahi zulmedildi. Seçilmiş hükûmet, karanlık güçlerin oyunlarıyla düşürüldü. Bunu fırsat bilen Türkiye düşmanları ise ceplerini doldurdu. El konulan bankalar aracılığıyla 50 milyar dolar hortumlandı.

Dönemin Başbakanı Erbakan’la birlikte toparlanan Türkiye’nin ekonomisine büyük darbe vuruldu. Yükselen Anadolu sermayesinin önü kesildi. Devlette güvenin yerini McCarthy’yi aratmayan fişleme dalgasının aldığı, 2 bin 500 subayın ordudan “irticacı” yaftasıyla atıldığı, 6 milyon kişinin dinî inançlarıyla fişlendiği, eğitim ve öğretimde yasakların hayatımıza girdiği, milyonlarca gencin mağdur edildiği bir süreçti.

Türk siyâsî tarihinin en kara sahifelerinden olan o günler, çeşitli şâhitler tarafından sonraki yıllarda kayıt altına alınmıştır. 1997 Haziran’ında Refahyol iktidarının adım adım yıkılışına bizzat şâhitlik ettiğini söyleyen emekli gazeteci Hasan Sargıner de şu açıklamalarda bulunur: “Korkunç bir siyaset mühendisliği uygulanıyordu. İsmet Sezgin’in yönettiği organizasyonda, aralarında N.M., Y.E., H.Ü., M.B.’nin de bulunduğu onlarca DYP’li vekil bu binaya getirildi. Ederlerine göre, 100 ilâ 250 bin dolar arasında paralara satın alınan vekil, binadan ayrıldıktan sonra Meclis’e koşup istifa ettiğini açıkladı. Balgat’taki o şirkete hangi DYP’li geldiyse, çantasında bir tomar parayla ayrılıp soluğu DTP’de aldı.” (Akit, 2012)

28 Şubat darbe günlerinde DYP’den istifa edip ANAP’a geçen ilk vekil olan dönemin Çanakkale Milletvekili Hikmet Aydın, “Refahyol’u Hükûmet’ten düşürmek için askerlerin sivil kıyafetlerle milletvekillerini tek tek dolaştıklarını belirterek, ‘Bana iki asker geldi’ ifadesini kullanır” (Aydın, 2012).

Refahyol Hükûmeti kurulduğunda, 270 olan milletvekili sayısı, 27 Şubat 1997’deki MGK kararları sonrasında 50’yi aşkın fire verdi. RP’nin 160 olan milletvekili sayısı 151’e, DYP’nin 119 olan vekil sayısı da 92’ye düştü. Diğer yandan 129 vekile sahip ANAP’ın milletvekili sayısı 139’a çıktı. Yasama yılı başında grubu bulunmayan Demokrat Türkiye Partisi’nin (DTP) üye sayısı da 21’e ulaştı.

28 Şubat’ın vekil transferleriyle bilinen Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında 50 milletvekili, partilerinden istifa ederek yer değiştirmiş oldu. Meclis’te çoğunluğu olmayan muhalefet, “Demirel onayı” ile birlikte 30 Haziran 1997’de “Anasol-D” adıyla 55’inci Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti’ni kurmuş oldu. Hüsamettin Cindoruk’un liderliğindeki DTP, Refahyol iktidarı düşürüldükten sonra Meclis’te grup oluşturmuş ve kurulan Anasol-D iktidarının en küçük ve kilit ortağı olmuştu.

Her ildeki garnizonda birer “Asayiş Güvenlik Merkezi” kuruldu. Sivil otorite askerle birlikte çalışmaya zorlandı. RTÜK, YÖK ve TRT’ye asker temsilciler atanıyor, kısacası sivil kadrolar askerin denetimine sokuluyor, devlet kadrolarında “mürteci (irticacı)” avına çıkılıyordu.

Ankara’da, 12 Haziran’ı 13 Haziran’a ve 13 Haziran’ı da 14 Haziran’a bağlayan iki gece darbe rüzgârı esti. Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın sözleriyle, Genelkurmay’da ışıkların sabahlara kadar yakılmasının sebebi, Hükûmet’i darbeyle korkutarak gitmesini sağlamaktı. Nitekim 12 Haziran 1997 günü Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu Başbakanlık Konutu’nda bir araya geldiğinde, Çiller’in ilk sözü, “13 Haziran’da darbe hazırlığı var” şeklinde oldu. Beş gün sonra da Necmettin Erbakan, Hükûmet’in istifasını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sundu.

Şüphesiz bu büyük bir oyundu ve bu oyunun birçok aktörü vardı. Bu aktörleri yeterince tanımadan 28 Şubat Darbesi’ni anlamamız mümkün değildir. Darbenin bir kısım aktörü, çeşitli kurum ve kuruluşlardı. Bunların başında Türk Silahlı Kuvvetleri olarak tanımlanan “ordu” geliyordu.

Darbenin aktörleri

Sahnede görünen en büyük aktör, bizâtihi orduydu. Türk Silahlı Kuvvetleri o günlerde vatan savunmasını bırakmış, politik bir aktör olarak siyaset sahnesinde yerini almış ve mevcût Hükûmet’i devirmeye soyunmuştu. “Askerî bürokrasi yılların verdiği alışkanlıkla kendini gerçek iktidar sahibi olarak görüyordu; bu nedenle Cumhuriyet rejiminin arkasında durarak kendini sürekli revize eden bir darbe geleneği oluşturmuşlardı” (Dinçer, 2015:38).

Dönemin bakanlarından Hasan Ekinci, Necmettin Erbakan’ın Başbakan olmasına dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın başından beri karşı olduğunu belirterek, bu anlamdaki bir anısını şöyle anlatır: “Seçimden birinci parti çıkmasına rağmen Genelkurmay Başkanı Karadayı, Erbakan Hoca’nın Başbakan olmasını istemiyordu. Karadayı başından beri Refahlı bir Hükûmet’e ve Erbakan’ın Başbakanlığına karşıydı.” (Ekinci, 2012)

28 Şubat’ın darbeci generalleri, gözlerini iyice karartmışlardı. Dirençlerine rağmen Erbakan Başbakan olunca, bu kez başka yöntemler denemeye başladılar. O kadar ki, hızlarını alamayıp dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ı iki kez polis ve jandarmayla kuşattırıp gözaltına almak istediler (Malkoç, 2016).

Malkoç, Genelkurmay Karargâhı’nda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı Necmettin Erbakan’a omuz atan askerlerin olduğunu iddia ederek şunları söyler: “Başbakan’a ağır hakaretler yapılıyor ve devlet geleneğine uymayan sözler söyleyen paşalar bulunuyordu.” (Malkoç, 2011)

“Tansu Çiller’in kara kutusu” olarak tanınan danışmanı Şükrü Karaca, bu anlamda daha ilerisini söyleyerek önemli bir iddia ortaya atar: “Erbakan’ı bir teğmene tokatlattıracaklardı.” (Karaca, 2010)

Dönemin Refah Partisi milletvekili Mustafa Kamalak da başından geçen bir olayı şöyle anlatır: “28 Şubat Darbesi öncesi, gazetelerde bir demecim vardı: ‘DYP Milletvekili Hasan Ekinci, TBMM Genel Kurulu’nda yanıma yaklaştı ve ‘Sayın Kamalak, yerinizi öğrendiniz mi?’ dedi. ‘Sayın Başkan, ne demek ‘Yerinizi öğrendiniz mi’? Açar mısınız biraz?’ dedim. Ekinci bana cevaben, ‘Yerleriniz belli, ancak Yassıada mı, başka yer mi, onu bilemiyorum’ dedi.” (Birand ve Yıldız, 2012:203)

Zaman içerisinde darbe plânlarının odağının, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde oluşturulmuş “Batı Çalışma Grubu” isimli organizasyon olduğu anlaşıldı. “Batı Çalışma Grubu bir yandan darbe organizasyonu yaparken, diğer yandan da tepeden tırnağa bütün devlet çalışanlarını fişliyordu” (Balcı, 2000:219).

Genelkurmay içerisine yuvalanmış ve Batı Çalışma Grubu faaliyet gösteren cunta yapılanması, 6 milyon insanı fişlemiş, yüz binlerce insanın eğitim hakkını ellerinden alan kararları dayatmış, bir o kadarının da dinî inançları yüzünden çalıştığı kurumlardan atılmasını sağlamıştı.

Dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Nuh Mete Yüksel, Türkiye’nin en çok konuşulan soruşturmalarına imza attı. Ankara’da “Demir Savcı” lakabıyla ün saldı. Merve Kavakçı’nın evine gece yarısı baskın yaptı. Merve Kavakçı o baskınları şöyle anlatıyor: “TV’ye baktım, orada da öyle geçiyor. Biraz sonra Nuh Mete Yüksel kapıya dayandı. Belki de en çok korktuğum gece, o geceydi. Çocukları ve anneannemi bir yakınımıza gönderdim. Yanımda milletvekili olan dayım Zeki Ünal vardı. Savcının, ‘Aç kapıyı, yoksa kıracağım, biliyorum içeridesin!’ bağırtılarını duydukça korkum artıyordu.” (Kavakçı, 2012)

Dönemin Başsavcısı Vural Savaş, Refah ve de Fazilet Partisi’nin kapatılması ve post-modern darbenin hukukî altyapısını hazırlayan isimdi. Kapatma iddianamesinde “kan içici vampirler” sözleri, hukuk skandalı olarak kayıtlara geçmişti. RP’ye kapatma dâvâsı açan Vural Savaş, parti kapatıldıktan sonra Demirel’in kendisine söylediklerini şöyle anlattı: “RP kapatılmasaydı darbe olurdu. Sonuçtan dolayı seni kutluyorum.”

Savaş şöyle devam ediyor: “19 Ocak 1998 tarihli not defterime şunları yazmışım: ‘Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel beni Köşk’e çağırdı. Sıcak bir karşılama... ‘Refah Partisi kapatılmasaydı, askerî müdahale olabilirdi. Seni kutluyorum. Dâvâyı sen açtın…” (Savaş, 2012)

Bir darbe taktiği olarak fişlemeler

Genelkurmay İstihbarat Başkanlığınca hazırlanan ve “Genelkurmay Başkanı emriyle” notu düşülerek tüm askerî kurumlara gönderilen raporlar, Başbakanlık’a bağlı olan bakanlıklar, bağlı kuruluşlar ve yüksek yargıdaki görevliler hakkında “irticacı” avına çıkıldığını gözler önüne seriyordu. “İrticacı gruplarla ilişkileri bulunduğu yönünde haklarında bilgi intikal eden şahıslardan bu konumlarını muhafaza eden” denilerek toplam 2 bin 639 kişi, isim ve görev yerleri sıralanarak fişlenmişti.

Subayların yanı sıra sivil vatandaşları da fişleyen Batı Çalışma Grubu, Refahyol iktidarının kurulmasından çok önce düğmeye basmıştı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı (DKK) bünyesinde faaliyet gösteren BÇG, 28 Şubat sürecinde muvazzaf subay ve astsubayların yanı sıra sivil vatandaşları da fişlemeye başlamıştı. Darbe boyunca yaklaşık 6 milyon insanın fişlendiği süreçte, resmî evraklara yansıyan yazışmalar, darbenin bir “yok etme operasyonuna” dönüştüğünü gösteriyordu.

Müteakip günlerde BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu da bir açıklama yaparak, ordu içinde Alevî cunta oluşumunu ima ederek, “Türkiye İran olmaz, ancak Suriye de olmaz!” (Çalmuk, 2000:405) şeklinde tarihî bir reste imza attı.

Ankara’da, 12 Haziran’ı 13 Haziran’a ve 13 Haziran’ı da 14 Haziran’a bağlayan iki gece darbe rüzgârı esti. Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın sözleriyle, Genelkurmay’da ışıkların sabahlara kadar yakılmasının sebebi, Hükûmet’i darbeyle korkutarak gitmesini sağlamaktı. Nitekim 12 Haziran 1997 günü Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu Başbakanlık Konutu’nda bir araya geldiğinde, Çiller’in ilk sözü, “13 Haziran’da darbe hazırlığı var” şeklinde oldu. Beş gün sonra da Necmettin Erbakan, Hükûmet’in istifasını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sundu.

Bir darbe komutanlığı olarak” medya”

Darbenin diğer önemli kurumsal aktörü, dönemin medyası ve bu medyanın yöneticileri olan her rütbeden gazeteciydi. Medya, bir kuvvet komutanlığı gibi darbeci generallerin yanında yer almış, Hükûmet’i düşürmek için her şeyi fazlasıyla yapmıştı. İsmet Berkan da o günleri şöyle anlatır: “Medya olmasaydı, 28 Şubat başarılı olamazdı. Medya neredeyse gönüllü olarak psikolojik harekâtın parçası oldu. Hepimiz kullanıldık ve kendimizi kullandırdık.” (Yenişafak, 2012)

O günlerde bir gazetenin muhabiri, “Komutanım, haberlerimizde bir eksik var mı?” diye soruyor, komutanın cevabı, “Yanlış veya eksik yok, gayet güzel” (3 Haziran 97, Radikal) şeklinde kayıtlara geçiyordu.

Erbakan’ı deviren 90 manşet, o günlerde kayıtlara geçmişti. Erbakan’ı Başbakanlık’tan indiren sürecin amiral gemisi ise Hürriyet gazetesi oldu. “Bir generale dayandırılan 90 manşet, sona giden yolun taşlarını örmüştü. Bu durumu daha iyi anlayabilmek için gazetelerde yer alan, “Rektörler Endişeli” (10 Aralık 1996, Sabah); (polis tarafından yapılan baskında Müslüm Gündüz’ün bir kadınla yarı çıplak vaziyette çekilen görüntüleri verilerek) “Böyle Basıldı” (29 Aralık 1996, Hürriyet); (Necmettin Erbakan’ın verdiği yemek ile ilgili) “İftara Özel Konuklar” (11 Ocak 1997, Hürriyet); (Sincan’da düzenlenen Kudüs Gecesi hakkında) “Bu Ne Rezalet!” (2 Şubat 1997, Sabah); (yaşanan olaylarla üzerine Genelkurmay’dan yapılan açıklamalarla ilgili) “Gerekirse Silah Bile Kullanırız” (12 Haziran 1997, Hürriyet); “Hocaya Bir Hafta Süre” (3 Mart 1997, Radikal); “Tanklar Sincan’da” (5 Şubat 1997, Sabah); “Tank Sesleri (5 Şubat 1997, Hürriyet); “Muhtıra Gibi Tavsiye” (1 Mart 1997, Cumhuriyet) şeklindeki manşetlere bakıldığında, durum net bir şekilde anlaşılmaktadır (Ertunç, 2010:492).

Fikret Başkaya’nın tespitiyle ülke, çok kısa sürede “781 bin kilometrekarelik bir kışlaya” dönüştürülmüştür (Ertunç, 2010:486).

Darbenin dış ayakları

Şüphesiz darbede rol alan bütün yerli aktörler, dış odakların gönüllü ya da profesyonel taşeronlarından ibaretti. Perdenin gerisinde ABD ve İsrail vardı. Sonradan ortaya çıkan ABD kaynaklı bir belgede, bu vaziyet ortaya çıkarmıştı. Gazeteci Cengiz Çandar da Abramowitz’in kendisine söylediği şu sözü tarihe not düşmüştü: “Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerde yazılı olmayan bir kod vardır. Erbakan bu kodu bozdu. Amerika, ne yapacağı kestirilemeyen müttefikten hoşlanmaz.” (Çandar, 2012)

24 Şubat 1997’de, Genelkurmay Başkanı Karadayı, İsrail’i ziyaret etmişti. Türk Genelkurmayı bu ilişkileri daha da hızlandırmaya gayret ediyordu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, İsrail’i ziyaret eden ilk Türk Genelkurmay Başkanı oluyordu. Ziyaretinde İsrail’de büyük bir coşku ve alâkayla karşılanan Karadayı, bu geziden memnuniyetle dönüyor ve ayağının tozuyla 28 Şubat’taki MGK Toplantısı’na katılıyordu (Güner, 1996). 

Darbenin mağdurları

O günlerde Millî Güvenlik Kurulu (MGK) Hukuk Müşavirliği’nin imzasını taşıyan yasa teklifinde, ancak Stalin rejiminde rastlanabilecek maddeler yer alıyordu. 28 Şubat’ın, Anayasa’nın 14’üncü maddesine dayanak yapılarak hazırlanan “Gizli” damgalı paketi, “Din ve Vicdan Hürriyetinin Korunması ve Kötüye Kullanılmamasının Önlenmesi Hakkında Kanun Taslağı” adını taşıyordu.

Başörtülüler

Darbecilerin kırmızı hedef olarak görüp her an saldırdıkları dinî değerlerin başında, “başörtüsü” geliyordu!

O dönemin çok tartışılan olaylarından biri de, İstanbul Üniversitesi’nin başörtülü öğrenciler için kurduğu ikna odalarıydı. Başörtülü öğrencileri okula almayan üniversite yönetimi, çözümü başörtülü öğrencilerin akademisyenler tarafından başlarını açmaya ikna edileceği odalarda bulmuştu.

28 Şubat’ta İstanbul Üniversitesi öğrencisi olan ve sonrasında “Psikolojik İşkence Metodu Olarak İkna Odası” adında bir kitap yayınlayan Gülşen Demirkol, yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

“1998 yılı başında İstanbul Üniversitesi’nin tüm kayıtları ilk defa Avcılar Kampüsü’nde yapıldı. Perukçular, vitrinlerine o dönem, ‘Tesettür peruğu bulunur’ diye yazdı meselâ. Peruk, güzelleşmek için alınan bir şey fakat tesettür peruğu özellikle çirkin ve onun gerçek saç olmadığını ifade ediyor. Okula giren kızlar bu perukları kullanarak kendilerini zorlayanlara, ‘Ben ikna olmadım, peruk takıyorum; kafamın içini değiştirmedim, köprüyü geçene kadar böyle, bunu görün!’ demiş oluyor. Üzerlerinde bol, uzun pardösüler, başlarında kocaman bir peruk…

Bununla baş edemeyince, bu sefer ‘İdeolojik peruk yasaktır’ demeye başladılar. ‘Peruk, şapka, bere yasak’ dendi. Saçını kazıtarak okuluna devam edenler oldu.” (Özkan, 2012)

Bir başka mağdur grup, Ezher Üniversitesi mezunu öğretmenlerdi. 28 Şubat döneminde, YÖK’ün kendi imzasının da bulunduğu bir raporu kullanması sonucu birçok kişinin mağdur olduğunu ifade eden Said Yazıcıoğlu, kendisinin de töhmet altında kaldığını belirtti: “Ezher Üniversitesi’nde okuyan öğrencilerin diplomalarına denklik verilip verilemeyeceğini değerlendirecek bir komisyon kuruldu. Benim de içinde bulunduğum beş kişiden oluşan komisyon, bazı fark derslerinin tamamlanmasının ardından diplomaların denkliği yönünde görüş verdi ve birkaç yıl bu şekilde uygulandı. 28 Şubat’ın en yoğun günleriydi. YÖK, tek taraflı olarak, ‘Bu öğrenciler önce 3 yıllık, ardından da 2 yıllık ön lisans mezunudurlar’ dedi ve bu kararı geriye dönük işletti.” (Yazıcıoğlu, 2012)

YAŞ Kararı ile atılan subaylar

O günlerde binlerce subay, kariyerlerinden ve mesleklerinden edilmişlerdi. 28 Şubat darbe döneminde YAŞ kararlarıyla yaklaşık 2 bin kişi ihraç edildi.

Bazı mağdurların beyanatları, darbecilerin ülkenin ordusuna nasıl zarar verdiğini açıkça ortaya koymaktaydı. Ağrı’da görev yaptığı sırada suçsuz yere ordudan atılan Mehmet Kanmaz da bunlardan biriydi. Kanmaz, ziyaret bahanesiyle evlerine gelen komutan eşlerinin, “duvarda asılı duran hat yazılı tablo, kızlarının isimleri ve eşinin kıyafet durumu” gibi bilgileri not ettiğini belirtiyor. Ayrıca hakkında hazırlanan bir raporda bu notların yer aldığını dile getiren Kanmaz, ordudan atılmasında bu raporun etkili olduğunu vurguladı. Komutan eşlerinin ziyaretinin ardından, “Eşin başını açmalı ve birlikte sosyal faaliyetlere katılmalısınız” uyarılarıyla karşılaştıklarını anlatan Kanmaz, ayrıca “Namaz kılmamalısın” şeklinde ikaz edildiğini dile getiriyor.

Hasan Yücel isimli bir başka mağdur da görevinden ihraç edilmişti. Bu safhaya gelmeden önce 28 günlük hapis cezası aldığını ve bu süreçte işkence gördüğünü anlatan Yücel, “Etimesgut’ta 28 gün kaldım. Burada gözlerimiz kapalı tutulduk. Tuvalet ihtiyacına giderken bile gözlerimiz bağlandı. Yalan makinesine bağladılar. Atıldığımda memleketime gidemedim. Konya’ya gelerek seyyar satıcılık yaptım” diyor. (Star, 2011)

Mağdur Binbaşı İbrahim Töre, yaşadıklarını şöyle anlatır: “Birlik komutanıma ‘Gerçek sebep ne?’ diye sordum. O da tüm samimiyetiyle, ‘Namaz kılman, inancın, ailen, eşinin başörtülü olması... Gerçekler bunlar!’ dedi. Birlik komutanım gibi pek çok asker, Batı Çalışma Grubu’nun emirleriyle hareket ediyorlardı.” (Yeni Şafak, 2012)

Dönemin mağdur subaylarından İskender Pala, o günlerde ordudaki atmosferi şöyle anlatır: “‘Bir elinde Kur’ân, öbür elinde Nutuk… Denize düştün, hangisini atarsın?’ gibi zırvalarla dışa vuran kasvet... Alevî, Kürt, imam-hatipli ve Çingene olanlara kuşkulu bakış…” (Pala, 2010:50).

“Oruç tutuluyor mu diye kontrol etmek için öğleden sonra evlere çay ziyaretleri...” (Pala, 2010:56)

Dönemin bir başka mağduru olan Hasan Celal Güzel, 28 Şubat sürecinde eline geçen darbe belgelerini 1997’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ile Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne ulaştırdığını şöyle açıklar: “Aynı zamanda Cumhurbaşkanı’na (Süleyman Demirel), darbeci olduğuna bakmadan Genelkurmay Başkanı’na (İsmail Hakkı Karadayı), Başbakan geçinen Mesut Yılmaz adlı kişiye, bakanlara, Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) üyelerine gönderdim. Ancak darbecileri değil, beni hapse attılar.” (Güzel, 2012)

 

Kaynaklar

Akit, (2012), 15.3.2012

Aydın Hikmet, (2012), Yeni Şafak, 28.02.2012

Balcı Muharrem, (2000),MGK ve Demokrasi, İstanbul: Yöneliş Yay.

Birand M. Ali-Yıldız Reyhan, (2012), Son Darbe 28 Şubat, İstanbul: Doğan Kitap

Çalmuk Fehmi, (2000), Selamün Aleyküm Komutanım, Ankara: Kim. Yay.

Çandar Cengiz,(2012), Taraf, 1.5.2012

Dinçer Ömer,(2015),Türkiye’de Değişim Neden Bu Kadar Zor?, İstanbul: Alfa Yay.

Ekinci Hasan,(2012),Milliyet, 19.04.2012

Ertunç Ahmet Cemil, (2010) Cumhuriyetin Tarihi, İstanbul, Pınar Yay.

Güner Ahmet, (1996), Stratejik İttifak, Sayı: 76,s.72, 18.05.1996

Güzel Hasan Celal, (2012), Adanapost, 20.4.2012

Karaca Şükrü, (2010),TRT Haber,11.8.2010

Kavakçı Merve,(2012), Doğruhaber,19.3.2012

Malkoç Şeref, (2011), Star, 10.12.2011

Malkoç Şeref, (2016), Sabah, 27.2.2016

Özkan Fadime, (2012),12.3.2012

Pala İskender, (2010), İki Darbe Arasında, İstanbul: Kapı Yay.

Savaş Vural, (2012), Haber 7,21.11.2012

Star,(2011), 12.1.2011

Yazıcıoğlu Said, (2012), AA, 19.4.2012

Yeni Şafak, (2012), 26.2.2012

Yeni Şafak, (2012),16.4.2012