
28 Mayıs gecesi Millet İttifakı, CHP Genel Merkezi’nde toplandı. SP Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun ifadesine göre “hiçbir ciddî konu” konuşulmadı. Zaten birbirlerini suçlamak dışında ne konuşabilirlerdi ki?
Ancak asıl dikkat çeken, o gece İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın toplantıya alınmamasıydı. En az bir yıl boyunca birinci ve ikinci sıradaki cumhurbaşkanı aday adayı, aylarca da muhtemel cumhurbaşkanı yardımcısı sıfatıyla ittifakın içindeki liderlerden daha çok konuşulan ve daha fazla vitrine çıkan iki ismin neden dışarıda bırakıldığı hâlâ muamma.
Tabiî son anda yapılan protokolle desteği alınan Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın da toplantıya katılmamış olması dikkatlerden kaçmadı. Eğer o gece onlar için bir zafer gecesi olsaydı, o zaferin son mermisi Özdağ tarafından atılmış olacaktı. Kendisine o kadar çok taviz içeren bir imza atıldı ki zannedersiniz yüzde 10-15 oyu olan bir partinin lideri... Davet edildi de mi gitmedi toplantıya, yoksa akıllarına bile gelmedi mi, bilemiyorum. Ancak siyâsî nezakete uymadı bence.
Aynı gece Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, tüm ortaklarıyla birlikte çıktı sahneye. Ve tabiî Sinan Oğan da vardı o fotoğrafın bir ucunda. Erdoğan, vefasını gösterdi ve -sonuca ancak psikolojik etkisi olduğunu bilse bile- seçimden önce el sıkıştıklarını seçimden sonra silip atmadı.
Sebepler, yöntemler, sonuçlar
Erdoğan’ın bir zafere daha imza attığı seçimin sonuçlarına ve sebeplerine girmek istiyorum biraz.
Muhalefet için çok büyük bir açmaz vardı seçimden önce. Bir seneyi geçkin zamandır haykırdığımız gibi, kilit parti olarak görünen HDP, aslında muhalefeti kilitleyen parti konumundaydı. Bunu CHP de, İyi Parti de bir türlü çözemedi. Hakan Bayrakçı’nın da bir aydır ısrarla söylediği gibi, Türkiye’de HDP’li bir seçenek, seçim kazanamazdı, kazanamadı. Zira Sağ’ın milliyetçileri, Sol’un ulusalcıları ve muhafazakârlar buna izin vermezdi. Sürekli yanlış kullanılan şu “kilit parti” ifadesinde doğru olanın “anahtar parti” olduğunu ve bunun da HDP olmadığını bize hatırlatan Mehmet Serhat Bıçak (Allâh kalemine kuvvet versin) kardeşimi de hatırlamadan geçmeyelim burada. Bu doğru ifadeye sonuna kadar katılıyor ve bir ufak değişiklikle “Kilitleyen parti” diyorum HDP’ye.
Tek tek partilerin 2018’de aldığı oyları ve yeni kurulanların muhtemel performansını alt alta yazıp toplayınca, ortaya yüzde ellinin üzerinde bir sonuç çıkabilir belki. Ancak birbirine benzemeyen partilerin bir arada hareket etmesinin seçmen nezdinde bir sınırı da vardır. Muhalefet 14 Mayıs’a CHP, İyi Parti ve HDP’nin çıkaracağı üç farklı adayla girseydi bugünkü sonuçla kesin bir kıyaslama yapabilirdik elbette ama bugün sadece yorum yapabiliyoruz.
HDP’nin destek vermediği bir denklemde, CHP ile ittifak yapan İyi Parti’nin bir iki puan fazla oy alması kaçınılmazdı. Hele ki CHP’nin de olmadığı bir Sağ ittifakın parçası olsa ya da müstakilen seçime girse en az 15 puanlık bir sonuç görebilirdik. Aynı sorun tüm Sağ partilerde olduğu gibi CHP-Özdağ protokolünün ardından HDP tarafında da yaşandı.
HDP’nin birinci parti konumunda olduğu 13 ilin 11’inde Kılıçdaroğlu sayısal olarak oy kaybetti 28 Mayıs’ta. Sadece bu 11 ilde geçerli oylar 191 bin eksilirken Kılıçdaroğlu’nun aldığı oy sayısı da 135 bin düştü. Bunun tek sebebinin HDP seçmenindeki Özdağ tepkisi olduğunu bilmek için kâhin olmaya falan da gerek yok.
Velhâsıl muhalefet için HDP’siz bir seçim başarısı mümkün görünmediği gibi HDP’li bir zafer de imkânsızdı zaten. Yani imkânsız önermeler silsilesinin içine sıkıştı kaldı muhalefet. Belki tek çözüm, az önce değindiğim gibi müstakil olarak ilk tura katılacak partilerin -ittifak kurmaksızın- ikinci tura çıkan muhalefet adayını desteklemeleri olabilirdi. O gemi de kalktı artık; belki başka bir bahara...
Seçim bitti. Kılıçdaroğlu yine klasik zafer konuşmalarından birini yaptı ve kaybettiği seçimi kazanmış rolünü oynadı. Günlerce sandık ve seçmenler üzerinden bir algı yürütülmeye çalışıldı. Sonucu etkileme şansı olmayan miktarda mülteci oyu milyonlarla ifade edildi. Altılı Masa’nın ortakları, başarısızlığın sebebi olarak Kılıçdaroğlu’nu işaret etti. Fatih Portakal’ı, İsmail Saymaz’ı ve Yılmaz Özdil’i hep bir ağızdan genel başkanlarına saldırdı. İmamoğlu, “babasına” çekilmesi konusunda baskı yaptı.
Sonuç... Kılıçdaroğlu, değişim isteyenlere, “Parti benim değişmemi istemiyor, Merkez Yönetim Kurulunu değiştirdim, yeter!” dedi. Bundan sonra CHP’liler kurultayda hesabını sorar mı bilemeyiz ama Kılıçdaroğlu tüm örgütleri kendisine bağlayarak şimdilik koltuğu sağlama almış görünüyor.
Aslında AK Parti için bulunmaz bir nimet olan muhalefetin değişmesi için her koldan baskı yapan da yine AK Partililer. Zira güçlü ve akıllı muhalefet, vatana millete fayda demektir.
Türkiye Yüzyılı başlıyor
Meclis’te yeminler edildi ve görkemli bir törenle Erdoğan kaldığı yerden görevine başladı. Bizim için asıl önemlisi bundan sonrası. Herkes merakla yeni kabineyi bekler ve hatta eski tabirle “kabine toto” oynarken, beni meraklandıran sadece üç bakanlık vardı. Bu iki bakanlık İçişleri, Dışişleri, Ulaştırma, Sağlık veya Savunma falan değildi. Devlet politikalarının net ve oturmuş olduğu konulardaki bu bakanlıkların faaliyeti kim gelse üç aşağı beş yukarı aynı olacaktı çünkü. Yeterli düzeyde yabancı dilim olmamasına rağmen, iki danışman ve bir müsteşarla benim bile yürütebileceğim Dışişleri Bakanlığı koltuğunu, Millî İstihbarat Teşkilatı’nı dünya lideri yapan Hakan Fidan, aynı özgüvenle doldurabilecek mi düşünmüyor değilim. Ama dediğim gibi, oturmuş devlet politikası burada sorun yaşanmamasına yeter bence.
Binali Yıldırım’ın gölgesinde ve izindeki Ulaştırma, Süleyman Soylu’nun kurduğu altyapı ve personel kalitesiyle İçişleri, Berat Albayrak’ın mucizevî başarılarının mirasını bitiremeyen Enerji ile teröre karşı mücadeleyi üç öğün yemek alışkanlığı hâline getirmiş, sanayisini geri dönülemez bir noktaya çıkarmış Savunma Bakanlıklarına kimin oturduğunun hiçbir anlamı yoktu. Siyasetten uzak kalmaya çalışan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ile turizmi hayat felsefesi yapmış Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un yerlerini koruması ise sürpriz olmadı.
Benim için en önemli üç bakanlık Maliye, Aile ve Eğitim Bakanlıklarıydı. Ekonominin Mehmet Şimşek idaresine verileceği çoktan beri konuşulan bir konuydu zaten. Dolayısıyla merakla beklenen, Aile ve Eğitim’in başına kimlerin geçeceği ve yeni bakanların toplum hassasiyetine ne kadar uygun davranacağıydı. Bakanlar belli oldu ancak işin ehline verilip verilmediği konusu bence hâlâ belirsiz.
Ama önce son günlerin sürpriz ismi Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan’a bakalım. Bu isim seçimden önce muhalefetin Merkez Bankası Başkanı ya da Maliye Bakanı adayı olarak açıklansa bizim mahalleden çok büyük bir tepki gelirdi. Eğitim ve iş hayatı başarılarla dolu olmasına rağmen, yeni başkanın ABD’den geliyor olması yeni bir Kemal Derviş vakası olarak görülürdü. Aynı pencereden baktığımızda, vazgeçilmiş bir Mehmet Şimşek’in kurtarıcı olarak yeniden göreve davet edilmesi de büyük bir eleştiri potansiyeli taşıyordu aslında. Umuyor ve bekliyorum ki, Şimşek ve Erkan bu endişeleri boşa çıkaracak ve millî ekonomi hedeflerine uygun, doğru sonuçlar alınacak bir programın mimarı olsunlar.
Belçika'da Avrupa’nın ilk başörtülü milletvekili olan Mahinur Özdemir Göktaş’ın, siyâsî kariyeri boyunca kadın istihdamı, kadın girişimciliği, kadına karşı şiddet, aile içi şiddet ve kadın-erkek fırsat eşitliği konularında çalışmalar yapmış olması, aileyi kadından ibaret görüyor olması endişesi oluşturdu bende; umarım yanılıyorumdur. Ermeni soykırımı iddiasını reddettiği için partisinden kovulan Mahinur Hanım’ın, milliyetçi tarafını göstermiş olsa da “Kadına pozitif ayrımcılık yapayım” derken erkeği yok saymasından, kadın-erkek fırsat eşitliği fikirlerinin toplumsal cinsiyet eşitliğine evrilmesinden, İstanbul Sözleşmesi sevdalısı AK Partililerin dümen suyuna girmesinden endişeleniyorum. Ve merak ediyorum; neden Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı sürekli hanımlara emanet edilir?
Gelelim Millî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e… Onun görevi en zor olanı. Zira 21 yıllık iktidarı süresince AK Parti’nin sınıfta kaldığı tek konu eğitim sistemimiz oldu. Bugünden yarına değişip düzelebilecek bir alan da değil bu. Dolayısıyla, kim gelirse gelsin, uzun soluklu ve devlet politikası hâline gelebilmiş bir program izlenmek zorunda. Kişiye özel bir değişiklikle, 2018 Ağustos’unda profesör olduktan sadece bir ay sonra rektör olarak atanan Tekin’den beklentimiz, kişiye özel atamalardan kaçınması ve ilçelerden başlayarak, yapılacak tüm atamalarda gerçek bir liyakat aramasıdır. (Maalesef, Millî Eğitim’in alt kadroları bu liyakatten uzak partizanlarla doldurulmuş durumda.)
Eğitim aileden başlar elbette. Ancak -sözde- medeniyetin sağladığı sınırsız imkânlar, ailelerin çocuklarını erken dönemde kaybetmelerine, onlara ulaşamamalarına, kendi değerlerinden uzaklaşmalarına göz yummaya sebep oluyor. Cinselliğin apaçık, hem de şifresiz kanallarda çizgi filmlere konu olduğu, sapkın cinsel akımların özel platformlardaki çizgi filmlerde alenen işlendiği bir süreçte çocuğu korumak ne kadar mümkün olabilir ki? Çocuğu koruyamazsak gençlikten ne bekleyebiliriz? Peki, gençlik bozulduysa yeni yetişen öğretmenlerden çocuklarımızı iyi yetiştirmelerini bekleyebilir miyiz? Sonuçta Millî Eğitim, ders kitaplarının içeriğini, sınav sistemlerini ve tatil dönemlerini değiştirmekle düzelemez. Dolayısıyla “Millî Eğitim”i okullardan ibaret zannettiğimiz sürece kaybetmeye devam edeceğiz.
Dinî hassasiyetler kayboldukça, -şükür azaldığı için- ekonomik sorunlar sosyal sorunları tetikler. Sosyal hayattaki deformasyon ve dejenerasyon, aile içi saygıyı ve bütünlüğünü bozar. Aile bozuldukça eğitim sistemi işlevsizleşir. Eğitim işlevsizleştikçe etkisizleşir ve yeni nesillerin yetişme tarzı egemen güçlerin arzularına göre şekillenir. Artık iktidardan, birbirinden ayıramayacağımız bu konularda da muktedir olmasını bekliyoruz.