27 Mayıs 1960 Darbesi’nden 15 Temmuz Darbe Kalkışması'na bakış

Devletin zirvesini, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni F-16 uçakları bombaladı. Cumhurbaşkanlığı önünde, tek amacı millî iradeye sahip çıkmak olan 29 kişi şehit oldu. FETÖ mensubu darbeciler, devletin kalbini hedef almaya devam etti. Milletvekillerinin içinde bulunduğu sırada Gazi Meclis tam 11 kez bombalandı! Ankara Gölbaşı’ndaki Özel Harekât Merkezi de FETÖ’cü teröristlerin hedefi oldu F-16 uçaklarının attığı bombalar, 51’i Özel Harekât polisi olmak üzere 56 kişiyi şehit etti.

“15 Temmuz” tarihinin İslâm tarihinde özel bir yeri var. Şimdi bu özel günün muhtevasına göz atalım...

15 Temmuz 1099: Haçlıların Kudüs’ü işgali

1095 yılında başlayan Birinci Haçlı Seferi, 15 Temmuz 1099 yılında Kudüs’ün işgal edilmesiyle netîcelenmiştir. Haçlılar, bu sefer netîcesinde Kudüs’ü ele geçirmiş, Kudüs’te yaşayan Müslüman halk üzerinde büyük korku ve dehşet salarak büyük katliamlar gerçekleştirmişlerdir.

Doğulu ve Batılı kaynakların ittifakla söylediklerine göre, Kudüs’te yaşayan Müslümanların hemen hemen hepsi öldürülmüş, Müslümanlara yardım eden Yahudiler de cezalandırılmışlardır.

Haçlılar Kudüs’e girince, evlerde, camilerde, yollarda bulunan herkesi kılıçtan geçirdiler. Merhamet dileyenleri bile öldürdüler. Evlerine saldırıp ne buldularsa aldılar. Zengin veya fakir, girdikleri evler, içerisindeki mallar ile birlikte Haçlıların olmuştur. Haçlılar öyle zalimce hareket ettiler ki Müslümanların kendilerine vermemek için yuttukları söylenen altınları almak için Müslümanları öldürüp karınlarını dahi deşmişlerdir.

Haçlılar bununla yetinmeyerek kutsal mekânlara kaçan Müslümanları bile öldürmüşlerdir. Hazreti Ömer Camii olarak bilinen Kubbetü’s-Sahra Camii’ne de girerek hem camiyi yağmalamış, hem de insanları katletmişlerdi.

Hazreti Ömer Camii’nde o kadar insan öldürmüşlerdi ki cesetler kanlar üzerinde yüzüyor ve öldürdükleri Müslümanların kanları atlarının dizlerine kadar geliyordu.

Sonra bu vahşi ve barbar insanlar buradan sözde Hazreti İsa’nın (Jesus) mezarına gelmiş, Müslümanların kanlarına sürdükleri kanlı elleriyle bir de duâda bulunmuşlardır.

Haçlılar ile birlikte Kudüs’e gelen ve gördüğü olayları kaydeden Avrupalı tarihçi Raimundus, Mescid-i Aksâ’ya giderken atının cesetler üzerine ve dizine çıkan kan göletine bata çıka yolculuk ettiğini yazmaktadır.

Bu büyük vahşetten yaklaşık bin yıl sonra, bu kez İstanbul, bir başka Haçlı saldırısı ile karşı karşıya kalmıştır…

15 Temmuz 2016: Haçlıların İstanbul’u işgal girişimi

15 Temmuz 2016 günü Türkiye, en karanlık gecelerinden birini yaşadı.

10 binden fazla FETÖ mensubu asker ve sivil; 35 askerî uçak, 74 tank, 246 zırhlı araç, 3 askerî gemi, 3 bin 992 silah ve 37 askerî helikopterle darbe girişiminde bulundu.

İlk olarak 136 darbeci asker, Boğaziçi Köprüsü’nü kapattı. Köprü üzerinde 30 vatandaş FETÖ’cü hainlerin kurşunlarıyla şehit oldu. Boğaziçi Köprüsü, 15 Temmuz’da FETÖ’ye karşı ilk şehitlerimizi verdiğimiz yer olarak tarihe geçti.

Genelkurmay Başkanlığı darbeciler tarafından basıldı, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve Kuvvet Komutanları rehin alındı. Orgeneral Akar’a silah zoruyla darbe bildirisi imzalatılmak istendi.

Tıpkı geçmiş darbelerde olduğu gibi TRT işgal edildi ve darbeci askerlerin korsan darbe bildirisi canlı yayında okutuldu. Bununla yetinmeyen FETÖ mensupları, CNN Türk’ün yayınını durdururken Digitürk’ü de hedef aldı. Halkın haber almasını engellemek isteyen FETÖ’cü pilotlar, F-16 uçaklarıyla TÜRKSAT’ı bombaladı. Burada ayrıca iki Kobra helikopteri de TÜRKSAT’ı teslim etmemek için direnen halka ateş açtı. TÜRKSAT önünde iki vatandaşımız şehit oldu.

Darbeciler havaalanlarını da hava trafiğine kapattı. 58 darbeci subay, İstanbul Atatürk Havalimanı’nı 4 tank, 4 zırhlı araç, 4 kamyon ve 4 askerî jip ile işgal etti. Burada 6 vatandaşımız şehit oldu. Devletin zirvesini, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni F-16 uçakları bombaladı. Cumhurbaşkanlığı önünde, tek amacı millî iradeye sahip çıkmak olan 29 kişi şehit oldu.

FETÖ mensubu darbeciler, devletin kalbini hedef almaya devam etti. Milletvekillerinin içinde bulunduğu sırada Gazi Meclis tam 11 kez bombalandı! Ankara Gölbaşı’ndaki Özel Harekât Merkezi de FETÖ’cü teröristlerin hedefi oldu F-16 uçaklarının attığı bombalar, 51’i Özel Harekât polisi olmak üzere 56 kişiyi şehit etti.

Ankara Emniyet Müdürlüğü de bir kez F-16 ve 6 kez de helikopterlerle vuruldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a suikast düzenlemeyi plânlayan FETÖ, 27 asker ve 2 komando ile Erdoğan’ın Marmaris’te konakladığı oteli bastı. Biri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koruma polisi olmak üzere iki polis şehit oldu.

FETÖ’nün darbe girişimine karşı en önemli kırılma noktası, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın halkı meydanlara, sokaklara çağırması oldu. O kara geceyi aydınlatan, vatanına sahip çıkan Türk milleti oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısıyla dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir darbe direnişi başladı. Kahraman Türk milleti, FETÖ’cü hainlere karşı göğsünü kurşunlara siper ederken geride 250 şehit ve 2 bin 196 gazi bıraktı.

27 Mayıs’tan 15 Temmuz’a darbeci zihniyet

Tarih felsefesinin kurucusu İbni Haldun, “Sosyal olaylar, aradan bin yıl geçse bile iki su damlası gibi birbirine benzer” demektedir. Dolaysıyla 27 Mayıs darbecilerinin uyguladığu vahşet tablosu, dünyanın ve Türkiye’nin yeniden gündemine gelecekti.

Şimdi de 27 Mayıs 1960 darbecilerinin dönemin iktidar mensuplarına neler yaptıklarına bakalım…

27 Mayıs Darbesi, sosyal ve siyâsî anlamda maşeri vicdanda derin ve kalıcı yaralar açmıştır. Türkiye’yi yöneten Meclis’in üçte ikisi ve çok sayıda bürokrattan oluşan 600 civarında insan, bir sabah evlerinden alınarak, yaklaşık 2 yıl sürecek bir esârete tâbi tutulmuştur.

Cumhurbaşkanı başta olmak üzere bu 600 kişinin tamamı, o ilk sabahtan itibaren işkence, tahkir ve aşağılanmaya uğramış, esâret kiminin canına mâl olmuştur.

Darbenin hemen ardından büyük bir insan avı başlatılmış, Demokrat Partili ve Demokrat Parti’yle irtibatlı herkes bu kasırgadan nasibini almıştır. CHP’liler bu konjonktürü fırsat bilerek binlerce ihbarda bulunup darbecilere yol ve yön göstermiş, yüzlerce insan bu ihbarlar sonucu yerinden yurdundan edilmiştir.

Bu gözaltılar o kadar trajikomik bir hâl almıştır ki bir grup darbeci, diğer grup darbeciyi gözaltına almıştır. Darbeci subaylar ülkeyi daha düne kadar yöneten insanları “büyükbaş, küçükbaş” şeklinde tavsif etmişlerdir.

Darbecilerin kurdukları Millî Birlik Komitesi’nde çok geçmeden millî “ikilik” çıkmıştır. En önemsiz konuları saatlerce tartışırken, en önemli konuları geçiştirivermişlerdir.

Zaman içerisinde darbeciler birbirlerine düşerler. Darbeden birkaç ay sonra 14 darbeci, yurtdışına “diplomatik görev” adı altında sürgüne gönderilir.

27 Mayıs’ın gerekçesi olarak gösterilen tüm bahaneler uydurulmuş propagandadan ibarettir. Bunlardan en önemlisi, Meclis’in tahkikat komisyonu kurduğu ve gazetecileri sorguladığıdır.

Hâlbuki mevcût 1924 Anayasası’na göre Meclis’in böyle bir yetkisi vardır. Bunu Ordinaryus Profesör Ali Fuat Başgil açıklamış, İsmet İnönü de ikrar etmek zorunda kalmıştır. Nitekim aynı anayasaya dayanarak Takrir-i Sükûn kanunları çıkarılmış, aynı yetkilerle İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur.

Ordu mensupları hem asker, hem de sivil hayatta en iyi şartları DP döneminde yaşamıştırlar. Tek kelimeyle söylenecek olursa, 27 Mayıs Darbesi, ülkemizin elli yıllık insan birikimini bir gecede imha etmiştir.

İmha hareketinden nasibini alan 600 siyâsî ve bürokrat, genel olarak kamuoyunda bilinmektedir. Bunların üçte ikisi mebus, birçoğu vali, emniyet müdürü, belediye başkanı gibi ülkemizin yönetim birikimidir.

Kökten imhaya uğrayan ancak bilinmeyen bir başka kurum daha vardır ki, bu kurum, darbeci subayların mensup olduğu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bizatihi kendisidir.

Darbeciler akıl almaz bir mantıkla hareket ederek, “sıfır general” formülü çerçevesinde 235 general ve tam 5 bin subayı bir gecede emekliye sevketmişlerdir.

Bir ülkenin 50 yıllık askerî yönetici birikimini bir gecede tasfiye eden, ordudaki hiyerarşiyi teğmenin albaya emir vereceği konuma geçirten darbecilere maalesef “Dur!” diyense çıkmamıştır!

Darbeciler hızlarını bununla da alamamış, bu kez üniversite camiasına el atmışlardır. En stratejik desteği aldıkları üniversite mensuplarını önce listeleyen, daha sonra “şucu, bucu” diye çeşitli gruplara ayıran darbeciler, ülkenin akademik insan birikimini de göz kırpmadan yok etmişlerdir.

Konunun daha somut anlaşılması için 27 Mayıs darbe günü yaşananlara bakalım. Eğer 15 Temmuz 2016’daki darbe kalkışması başarılı olsaydı, aynı tablolalar o gün de aynen yaşanacaktı...

27 Mayıs: Darbe günü yaşananlar

O gece Ankara’da olan Üstad Necip Fazıl, hatıralarında 27 Mayıs Darbesi’nin olduğu anları şöyle anlatıyor:

“Saat 4... Odamın kapısı yumruklanmaya başlandı: ‘Necip Fazıl Bey, kalkın…’ Bütün otel aşağıda, radyo başında... İhtilâl var!

Yarı giyinik, aşağıya koşuyorum. Radyodan tok ve kalın bir ses geliyor: ‘Güvendiğiniz Silahlı Kuvvetler Radyo’ya el koydu.’

Bir ara otelden çıkarak Ulus Meydanı’ndaki ana caddeye göz atayım dedim. Önümden Tevfik İleri’nin mâkâm arabası geçmez mi? İçinde birtakım genç subaylar ve kucakta bir kadın... Kadının iskarpinleri otomobilin açık camından dışarıya sarkmış... O sırada beni görüp ‘Yasak!’ diye haykıran bir er, kendisine ettiğim son derece tatlı mukabele üzerine âdeta silahını yere atmak istercesine rûhî bir isyan edâsıyla içini döktü: ‘Nedir bu hâl ağabey? Bizi toplayıp bu işe sürdüler ama bakalım Allah râzı mı bu işten? Hayra mı sürüyorlar bizi?’

Ve başladı hüngür hüngür ağlamaya...

İleriden askerlerin geldiğini gören ben, hiçbir cevap vermeden, gözlerim yaş içinde otele geri geldim.” (Kısakürek, 1955)

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun özel kaleminde çalışan Büyükelçi Tanju Ülgen, darbenin ilk günü cinnetin vardığı boyutun canlı şâhitlerindendir:

“Bakanlık koridorlarında birtakım askerler koşuşturup duruyorlardı. Hemen Bakanlığı ve mâkâm odalarını kontrole başladık. Bakanın odasının duvarlarında kurşun izleri vardı. Bakanın çalışma masasının arkasında, duvardaki dünya haritasına çeşitli mermiler isabet etmiş ve bir kısmı da haritanın içerisine gömülü kalmıştı. Bakan ve Genel Sekreter Özel Kalemindeki kasaların kırılmış olduğunu, kripto ve diğer gizli nitelikteki evrakın yerlere saçılmış olduğunu tespit ettik. Bu duruma hepimiz çok içerlemiştik.” (Radikal, 2008)

Gazeteci Kurtul Altuğ, darbe günü hapihanede yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

“Emekli Albay Cemal Yıldırım, darbe olduğunda giyinmiş, tıraş olmuş, kravatını takmış, merasim için bekler gibiydi. Albay o boğuk ve güçlü sesiyle, ‘Sana diyordum, herkese diyordum; ama inanmıyorlardı. ‘Bu iş böyle gitmez. Bizim çocuklar buna er geç müdahale edecekler’ diyordum’ diyordu.

Hapishane avlusuna bir binbaşı girdi ve Albay Yıldırım hemen dışarıya çıktı. Binbaşı Yıldırım’a doğru koştu, esas duruşa geçti ve ‘Komutanım emrinizdeyim. Sizi almaya geldim’ dedi ve belinden çıkardığı tabancasını Yıldırım’a uzattı. Cemal Yıldırım ve binbaşı önde; ben, Beyhan ve polis Muzaffer arkada avluya geçtik.

(…) Yıldırım, cezaevi defterine şunları yazdı: ‘Menderes’in mel’un ve gayr-i meşru Tahkikat Komisyonu tarafından tevkif edilen emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım ve arkadaşları, TSK tarafından hürriyetine kavuşturulmuştur. Tarih: 27 Mayıs 1960. İmza: Emekli Albay Cemal Yıldırım’.” (Altuğ, 2013)

Darbeci subayların ellerindeki liste gereği evlerinden topladıkları daha önceden tespit edilmiş belirli şahıslardır. Gözaltılarda yapılan vahşi muamele ise, daha dün ülkeyi yöneten şahıslar için içler acısı bir manzara arz etmektedir.

Meclis Bütçe Komisyonu Başkanı Balıkesir Milletvekili Halil İmre, liste başı olan şahıslardandır:

“Kapının önünde bir cip ve bir steyşin durdu. Bir sivil, bir binbaşı ve bir Harp Okulu öğrencisi indiler. Pencereden görüyordum. Biri etrafı dolandı, sonra kapı çalındı. Temiz yüzlü, genç bir öğrenci idi. Sakin, ürkütücü olmayan bir sesle, ‘Beraber Harp Okulu’na kadar gideceğiz’ dedi. Lüzumsuz sorulara yer yoktu. Direnmek hiç aklımdan geçmiyordu. Sırtımda yazlık elbisem vardı. Beraber indik. Cipe bindirdiler. Harbiyeli kapı tarafından yanıma oturdu. Anlaşılan, gördüğüm sivilin kılavuzluğu ile steyşindeki binbaşı, diğer av adreslerine gitmişlerdi.” (İmre, 1976:298)

Listedekilerden biri de DP’li bakanlardan Hayrettin Erkmen’dir. Erkmen, yapılan muamele karşısında tam bir dehşete düşer. Hayrettin Erkmen o dehşet ânını şöyle anlatıyor:

“Bir kum arabası gelmişti kum çekmek için. Arkası açık bir kamyonet… Oraya aldılar bizi. Rahmetli Namık Gedik’i şoför yanına oturttular. Beni arkaya, açık olan yere… Arkam şoför mahalline dayalı olarak giderken önümde üç tane Harbiye talebesi var. Beni üçgen şeklinde muhasara altına almışlar. Üçünde ordu tipi Walter tabanca var. Tabancaların hepsinin horozu kalkmış durumda. Bazı subaylar geliyor, ikide bir ağzıma dayıyor, tabancayı. ‘Ah namussuz! Emir alsam da şu iki kaşının arasına şunu sıksam’ diyordu.” (Birand, 1999:176)

DP’li bakanlardan Mükerrem Sarol da liste başı şahıslardan olup gözaltına alınma görevi darbecilerden Yüzbaşı Ahmet Er’e verilmiştir. Sarol’un gözaltısı sırasında yaşadıkları, Yüzbaşı Er’e darbe ile ilgili ilk hayâl kırıklıklarını tattırır.

“Ben de vilâyete davet etmek üzere Mükerrem Sarol’un adresine gittim. Yanımda Kıdemli Başçavuş Ali Sadi Dolaş ile iki er vardı. Mükerrem Bey’in evi Dolmabahçe yolu üzerinde Alman Konsolosluğu’na yakın bir yerde idi. Kapının ziline bastık, kapı açıldı. Üç beş kişilik bir hanım grubu bizi karşıladı. Mükerrem Bey’in evde olup olmadığını sordum. Mükerrem Bey arka plânda göründü. Artık tam merdivenlerden iniyorduk, o önde, biz arkada idik. Başçavuş Ali Sadri Dolaş, elindeki Sten marka tabancayı havaya kaldırarak dipçiği ile Mükerrem Bey’in sırtına vurmaya davrandı. Kendisine işaret ettim, yapmamasını istedim.

Mükerrem Sarol Bey’le merdivenlerden indik, yola çıktık. Ve bizi getiren askerî araca bindik. Hareket etmek üzereydik, tam o sırada arkamızdan bir askerî araç süratle yaklaştı ve önümüze geçip durdu. İçinde üç kurmay binbaşı arabadan indi ve bize yaklaştı. İçlerinden biri bana sordu: ‘Bu adam kim?’ Cevap verdim: ‘Mükerrem Sarol Beyefendi’dir.’ Aynı subay, ‘Bu herifi biz alacağız’ dedi.

‘Mükerrem Bey’in vilâyete davet görevi bize verildi’ dedim ise de ısrar ediyor, ‘Bu herifi alacağız’ diyordu. Baktım ki, iş kavgaya doğru gidiyor. ‘Peki, buyrun, alın’ dedim.

Mükerrem Bey bizim arabadan indi. Kolundan tutarak kendi arabalarına götürdüler ve ‘Geç ulan!’ diyerek arabaya bindirdiler. Kendileri de arabaya binerek Dolmabahçe’ye doğru uzaklaşıp gittiler. Bu manzarayı üzüntü ile seyrettikten sonra, ‘Doğmadan önce ölen çocuk’ diye hislendim.” (Er, 1999)

Darbenin ilk günlerinde gözaltına alınanlardan biri de Bursa Valisi İhsan Sabri Çağlayangil’dir. Çağlayangil, gözaltı işlemleri sırasında darbecilerin zihinlerinin ne kadar karışık olduğunu ve her şeyin olduğu gibi ordudaki disiplinin de nasıl tepetaklak olduğuna şâhit olur:

“Sabahleyin bir subay, üç dört tane de astsubay geldiler. Beni Işıklar Lisesi’ne götüreceklerini söylediler. Nazik değillerdi. Acele etmelerine rağmen tıraş oldum. Cipe bindim. Işıklar Lisesi’ne geldim. Gidiş o gidiş!

Işıklar Lisesi’nin kumandanı İsmet Tağmaç’tı. Işıklar Askerî Lisesi’nde iki gece kaldım. Sonra uçak geldi. Sadettin Bey’i İstanbul’da bıraktık. Beni oradan Ankara’ya götürdüler. Uçak askerîydi.

Uçak Etimesgut’a indi. Beni eşyalarımla birlikte bir odaya aldılar. Orada Celal Bayar’ı Bursa’ya getirip götüren bir pilota rastladım. Beni bekler görünce bir tuhaf oldu. Selâmladı. Derhâl dışarı çıktı.

Koridorda bir albaya bağırdı: ‘Biz bu hareketi İhsan Sabri Bey gibi kişileri tutuklamak için mi yaptık? Yazıklar olsun size!’

Beni savunmasına değil, bir binbaşının bir albaya böyle çıkışmasına hayret ettim.

Sonradan bir cip geldi. Bir hava albayı nezaketle buyur etti. Cipe bindik. Şimdiki Meclis’te vaktiyle Senato Başkanlığı olarak kullanılan odanın altında sonradan Senato Memurlar Yemekhanesi yaptığımız yerde bir irtibat bürosu kurulmuş. Albay oraya girdi. Bir müddet sonra çıktı. Bana, ‘Sizi istiyorlar’ dedi. Beraberce gittik. Bir Yüzbaşı, ‘Meşhur Bursa Valisi sen misin?’ dedi.

‘Ben Bursa Valisiyim ama şöhretimin nereden geldiğini bilmiyorum’ dedim.

Bana cevaben, ‘Fazla söylenme, senin de kulakların düşer’ dedi.

Kendisinin yüzbaşı, beni getiren zâtın da albay olmasına rağmen, ‘Götürün, tanımak için çağırdım’ dedi.” (Çağlayangil, 1990:18-19)

Gerçek olan şudur ki, darbenin ileri gelenlerinin de ifşa ettikleri gibi darbe sabahı yapılan gözaltılar yapılan listelerle sınırlı kalmamış, tüyler ürperten bir insan avı yaşanmıştır. Bu insan avı genç Harbiyelilerin rastladıkları generalleri gözaltına alacak kadar trajikomik bir vaziyet almış, darbeciler fırsat buldukça ve durumun farkına vardıkça, yaptıkları müdahalelerle vaziyeti kurtarmaya çalışmışlardır.

Darbenin birkaç generalinden biri olan ve Ankara kumandanı görevinde bulunan Madanoğlu, kargaşaya neşter vuranlardandır:

“Silah sesini duyan, sokağa fırlıyor. Atlıyor bir taksiye, geliyor. Herkes toplanmış. Ve herkes de bir iş yapmak istiyor. ‘Şurada da bir Demokrat Mebus var’ diyor, o mebusu alıyor. ‘Burada da var, şurada da var’ derken başladı önüme yeni tutuklama emirleri gelmeye… Bu emirleri kim veriyor, nasıl veriyor, anlamadım. Ben imza etmek için emirleri okuyorum, bakıyorum. Millî Emniyet Başkanı diyor. Peki diyorum, tutuklansın. Arada birtakım generaller var. Generalleri siliyorum. Böyle karmakarışık bir durum!

Harp Okulu’na gittim. Bir odada 20-25 general… Ben bunlar gezmeye, duruma bakmaya filan gelmişler sandım. ‘Yahu ne arıyorsunuz şimdi siz bu telâşın arasında?’ dedim. ‘Biz tutukluyuz’ dediler. ‘Nasıl tutukluyuz?’… Meğer artık tutuklanacak kimse kalmayınca bizim Harbiyeliler, generalleri de tutuklamaya başlamışlar.” (Birand, 1999:177)

 

Kaynaklar

Birand M. Ali, (1999), Demirkırat, İstanbul: Doğan Kitap

Çağlayangil İ. Sabri, (1999), Anılarım, İstanbul: Güneş Yay.

Er, Ahmet Yzb. (1999), Gündüz Gazetesi, Kasım

İmre Halil Mv. (1976), Bir Ömür, Üç Kitap, Ankara: Ayyıldız Mtb.

Radikal Gazetesi, (2008), 27.5.2008