“15 Temmuz” tarihinin İslâm tarihinde özel bir yeri var.
Şimdi bu özel günün muhtevasına göz atalım...
15 Temmuz 1099:
Haçlıların Kudüs’ü işgali
1095
yılında başlayan Birinci Haçlı Seferi, 15 Temmuz 1099 yılında Kudüs’ün işgal
edilmesiyle netîcelenmiştir. Haçlılar, bu sefer netîcesinde Kudüs’ü ele
geçirmiş, Kudüs’te yaşayan Müslüman halk üzerinde büyük korku ve dehşet salarak
büyük katliamlar gerçekleştirmişlerdir.
Doğulu
ve Batılı kaynakların ittifakla söylediklerine göre, Kudüs’te yaşayan
Müslümanların hemen hemen hepsi öldürülmüş, Müslümanlara yardım eden Yahudiler
de cezalandırılmışlardır.
Haçlılar
Kudüs’e girince, evlerde, camilerde, yollarda bulunan herkesi kılıçtan
geçirdiler. Merhamet dileyenleri bile öldürdüler. Evlerine saldırıp ne
buldularsa aldılar. Zengin veya fakir, girdikleri evler, içerisindeki mallar
ile birlikte Haçlıların olmuştur. Haçlılar öyle zalimce hareket ettiler ki
Müslümanların kendilerine vermemek için yuttukları söylenen altınları almak
için Müslümanları öldürüp karınlarını dahi deşmişlerdir.
Haçlılar
bununla yetinmeyerek kutsal mekânlara kaçan Müslümanları bile öldürmüşlerdir.
Hazreti Ömer Camii olarak bilinen Kubbetü’s-Sahra Camii’ne de girerek hem
camiyi yağmalamış, hem de insanları katletmişlerdi.
Hazreti
Ömer Camii’nde o kadar insan öldürmüşlerdi ki cesetler kanlar üzerinde yüzüyor
ve öldürdükleri Müslümanların kanları atlarının dizlerine kadar geliyordu.
Sonra bu
vahşi ve barbar insanlar buradan sözde Hazreti İsa’nın (Jesus) mezarına gelmiş,
Müslümanların kanlarına sürdükleri kanlı elleriyle bir de duâda bulunmuşlardır.
Haçlılar
ile birlikte Kudüs’e gelen ve gördüğü olayları kaydeden Avrupalı tarihçi
Raimundus, Mescid-i Aksâ’ya giderken atının cesetler üzerine ve dizine çıkan
kan göletine bata çıka yolculuk ettiğini yazmaktadır.
Bu büyük
vahşetten yaklaşık bin yıl sonra, bu kez İstanbul, bir başka Haçlı saldırısı
ile karşı karşıya kalmıştır…
15 Temmuz 2016:
Haçlıların İstanbul’u işgal girişimi
15
Temmuz 2016 günü Türkiye, en karanlık gecelerinden birini yaşadı.
10
binden fazla FETÖ mensubu asker ve sivil; 35 askerî uçak, 74 tank, 246 zırhlı
araç, 3 askerî gemi, 3 bin 992 silah ve 37 askerî helikopterle darbe
girişiminde bulundu.
İlk
olarak 136 darbeci asker, Boğaziçi Köprüsü’nü kapattı. Köprü üzerinde 30
vatandaş FETÖ’cü hainlerin kurşunlarıyla şehit oldu. Boğaziçi Köprüsü, 15
Temmuz’da FETÖ’ye karşı ilk şehitlerimizi verdiğimiz yer olarak tarihe geçti.
Genelkurmay
Başkanlığı darbeciler tarafından basıldı, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve
Kuvvet Komutanları rehin alındı. Orgeneral Akar’a silah zoruyla darbe bildirisi
imzalatılmak istendi.
Tıpkı
geçmiş darbelerde olduğu gibi TRT işgal edildi ve darbeci askerlerin korsan
darbe bildirisi canlı yayında okutuldu. Bununla yetinmeyen FETÖ mensupları, CNN
Türk’ün yayınını durdururken Digitürk’ü de hedef aldı. Halkın haber almasını
engellemek isteyen FETÖ’cü pilotlar, F-16 uçaklarıyla TÜRKSAT’ı bombaladı.
Burada ayrıca iki Kobra helikopteri de TÜRKSAT’ı teslim etmemek için direnen
halka ateş açtı. TÜRKSAT önünde iki vatandaşımız şehit oldu.
Darbeciler
havaalanlarını da hava trafiğine kapattı. 58 darbeci subay, İstanbul Atatürk
Havalimanı’nı 4 tank, 4 zırhlı araç, 4 kamyon ve 4 askerî jip ile işgal etti.
Burada 6 vatandaşımız şehit oldu. Devletin zirvesini, Cumhurbaşkanlığı
Külliyesi’ni F-16 uçakları bombaladı. Cumhurbaşkanlığı önünde, tek amacı millî
iradeye sahip çıkmak olan 29 kişi şehit oldu.
FETÖ
mensubu darbeciler, devletin kalbini hedef almaya devam etti.
Milletvekillerinin içinde bulunduğu sırada Gazi Meclis tam 11 kez bombalandı!
Ankara Gölbaşı’ndaki Özel Harekât Merkezi de FETÖ’cü teröristlerin hedefi oldu
F-16 uçaklarının attığı bombalar, 51’i Özel Harekât polisi olmak üzere 56
kişiyi şehit etti.
Ankara
Emniyet Müdürlüğü de bir kez F-16 ve 6 kez de helikopterlerle vuruldu.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan’a suikast düzenlemeyi plânlayan FETÖ, 27 asker ve 2 komando ile Erdoğan’ın
Marmaris’te konakladığı oteli bastı. Biri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koruma
polisi olmak üzere iki polis şehit oldu.
FETÖ’nün
darbe girişimine karşı en önemli kırılma noktası, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
halkı meydanlara, sokaklara çağırması oldu. O kara geceyi aydınlatan, vatanına
sahip çıkan Türk milleti oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısıyla dünya
tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir darbe direnişi başladı. Kahraman Türk
milleti, FETÖ’cü hainlere karşı göğsünü kurşunlara siper ederken geride 250
şehit ve 2 bin 196 gazi bıraktı.
27
Mayıs’tan 15 Temmuz’a darbeci zihniyet
Tarih
felsefesinin kurucusu İbni Haldun, “Sosyal
olaylar, aradan bin yıl geçse bile iki su damlası gibi birbirine benzer”
demektedir. Dolaysıyla 27 Mayıs darbecilerinin uyguladığu vahşet tablosu, dünyanın
ve Türkiye’nin yeniden gündemine gelecekti.
Şimdi de
27 Mayıs 1960 darbecilerinin dönemin iktidar mensuplarına neler yaptıklarına
bakalım…
27 Mayıs Darbesi, sosyal ve siyâsî anlamda maşeri
vicdanda derin ve kalıcı yaralar açmıştır. Türkiye’yi yöneten Meclis’in üçte
ikisi ve çok sayıda bürokrattan oluşan 600 civarında insan, bir sabah
evlerinden alınarak, yaklaşık 2 yıl sürecek bir esârete tâbi tutulmuştur.
Cumhurbaşkanı başta olmak üzere bu 600 kişinin tamamı, o
ilk sabahtan itibaren işkence, tahkir ve aşağılanmaya uğramış, esâret kiminin
canına mâl olmuştur.
Darbenin hemen ardından büyük bir insan avı başlatılmış,
Demokrat Partili ve Demokrat Parti’yle irtibatlı herkes bu kasırgadan nasibini
almıştır. CHP’liler bu konjonktürü fırsat bilerek binlerce ihbarda bulunup darbecilere
yol ve yön göstermiş, yüzlerce insan bu ihbarlar sonucu yerinden yurdundan
edilmiştir.
Bu gözaltılar o kadar trajikomik bir hâl almıştır ki bir
grup darbeci, diğer grup darbeciyi gözaltına almıştır. Darbeci subaylar ülkeyi
daha düne kadar yöneten insanları “büyükbaş, küçükbaş” şeklinde tavsif
etmişlerdir.
Darbecilerin kurdukları Millî Birlik Komitesi’nde çok
geçmeden millî “ikilik” çıkmıştır. En önemsiz konuları saatlerce tartışırken,
en önemli konuları geçiştirivermişlerdir.
Zaman içerisinde darbeciler birbirlerine düşerler.
Darbeden birkaç ay sonra 14 darbeci, yurtdışına “diplomatik görev” adı altında
sürgüne gönderilir.
27 Mayıs’ın gerekçesi olarak gösterilen tüm bahaneler
uydurulmuş propagandadan ibarettir. Bunlardan en önemlisi, Meclis’in tahkikat
komisyonu kurduğu ve gazetecileri sorguladığıdır.
Hâlbuki mevcût 1924 Anayasası’na göre Meclis’in böyle bir
yetkisi vardır. Bunu Ordinaryus Profesör Ali Fuat Başgil açıklamış, İsmet İnönü
de ikrar etmek zorunda kalmıştır. Nitekim aynı anayasaya dayanarak Takrir-i Sükûn
kanunları çıkarılmış, aynı yetkilerle İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur.
Ordu mensupları hem asker, hem de sivil hayatta en iyi
şartları DP döneminde yaşamıştırlar. Tek kelimeyle söylenecek olursa, 27 Mayıs
Darbesi, ülkemizin elli yıllık insan birikimini bir gecede imha etmiştir.
İmha hareketinden nasibini alan 600 siyâsî ve bürokrat,
genel olarak kamuoyunda bilinmektedir. Bunların üçte ikisi mebus, birçoğu vali,
emniyet müdürü, belediye başkanı gibi ülkemizin yönetim birikimidir.
Kökten imhaya uğrayan ancak bilinmeyen bir başka kurum
daha vardır ki, bu kurum, darbeci subayların mensup olduğu Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin bizatihi kendisidir.
Darbeciler akıl almaz bir mantıkla hareket ederek, “sıfır
general” formülü çerçevesinde 235 general ve tam 5 bin subayı bir gecede
emekliye sevketmişlerdir.
Bir ülkenin 50 yıllık askerî yönetici birikimini bir
gecede tasfiye eden, ordudaki hiyerarşiyi teğmenin albaya emir vereceği konuma
geçirten darbecilere maalesef “Dur!” diyense çıkmamıştır!
Darbeciler hızlarını bununla da alamamış, bu kez
üniversite camiasına el atmışlardır. En stratejik desteği aldıkları üniversite
mensuplarını önce listeleyen, daha sonra “şucu, bucu” diye çeşitli gruplara
ayıran darbeciler, ülkenin akademik insan birikimini de göz kırpmadan yok etmişlerdir.
Konunun daha somut anlaşılması için 27 Mayıs darbe günü yaşananlara
bakalım. Eğer 15 Temmuz 2016’daki darbe kalkışması başarılı olsaydı, aynı tablolalar
o gün de aynen yaşanacaktı...
27 Mayıs: Darbe günü yaşananlar
O gece Ankara’da olan Üstad Necip Fazıl, hatıralarında 27 Mayıs Darbesi’nin
olduğu anları şöyle anlatıyor:
“Saat 4... Odamın
kapısı yumruklanmaya başlandı: ‘Necip Fazıl Bey, kalkın…’ Bütün otel aşağıda,
radyo başında... İhtilâl var!
Yarı giyinik,
aşağıya koşuyorum. Radyodan tok ve kalın bir ses geliyor: ‘Güvendiğiniz Silahlı
Kuvvetler Radyo’ya el koydu.’
Bir ara otelden
çıkarak Ulus Meydanı’ndaki ana caddeye göz atayım dedim. Önümden Tevfik İleri’nin
mâkâm arabası geçmez mi? İçinde birtakım genç subaylar ve kucakta bir kadın...
Kadının iskarpinleri otomobilin açık camından dışarıya sarkmış... O sırada beni
görüp ‘Yasak!’ diye haykıran bir er, kendisine ettiğim son derece tatlı
mukabele üzerine âdeta silahını yere atmak istercesine rûhî bir isyan edâsıyla
içini döktü: ‘Nedir bu hâl ağabey? Bizi toplayıp bu işe sürdüler ama bakalım
Allah râzı mı bu işten? Hayra mı sürüyorlar bizi?’
Ve başladı
hüngür hüngür ağlamaya...
İleriden
askerlerin geldiğini gören ben, hiçbir cevap vermeden, gözlerim yaş içinde
otele geri geldim.” (Kısakürek, 1955)
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun özel kaleminde
çalışan Büyükelçi Tanju Ülgen, darbenin ilk günü cinnetin vardığı boyutun canlı
şâhitlerindendir:
“Bakanlık koridorlarında birtakım askerler koşuşturup duruyorlardı. Hemen
Bakanlığı ve mâkâm odalarını kontrole başladık. Bakanın odasının duvarlarında
kurşun izleri vardı. Bakanın çalışma masasının arkasında, duvardaki dünya
haritasına çeşitli mermiler isabet etmiş ve bir kısmı da haritanın içerisine
gömülü kalmıştı. Bakan ve Genel Sekreter Özel Kalemindeki kasaların kırılmış
olduğunu, kripto ve diğer gizli nitelikteki evrakın yerlere saçılmış olduğunu
tespit ettik. Bu duruma hepimiz çok içerlemiştik.” (Radikal, 2008)
Gazeteci Kurtul Altuğ, darbe günü hapihanede yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Emekli Albay
Cemal Yıldırım, darbe olduğunda giyinmiş, tıraş olmuş, kravatını takmış,
merasim için bekler gibiydi. Albay o boğuk ve güçlü sesiyle, ‘Sana diyordum,
herkese diyordum; ama inanmıyorlardı. ‘Bu iş böyle gitmez. Bizim çocuklar buna
er geç müdahale edecekler’ diyordum’ diyordu.
Hapishane
avlusuna bir binbaşı girdi ve Albay Yıldırım hemen dışarıya çıktı. Binbaşı
Yıldırım’a doğru koştu, esas duruşa geçti ve ‘Komutanım emrinizdeyim. Sizi
almaya geldim’ dedi ve belinden çıkardığı tabancasını Yıldırım’a uzattı. Cemal
Yıldırım ve binbaşı önde; ben, Beyhan ve polis Muzaffer arkada avluya geçtik.
(…) Yıldırım,
cezaevi defterine şunları yazdı: ‘Menderes’in mel’un ve gayr-i meşru Tahkikat
Komisyonu tarafından tevkif edilen emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım ve
arkadaşları, TSK tarafından hürriyetine kavuşturulmuştur. Tarih: 27 Mayıs 1960.
İmza: Emekli Albay Cemal Yıldırım’.” (Altuğ, 2013)
Darbeci subayların ellerindeki liste gereği evlerinden
topladıkları daha önceden tespit edilmiş belirli şahıslardır. Gözaltılarda
yapılan vahşi muamele ise, daha dün ülkeyi yöneten şahıslar için içler acısı
bir manzara arz etmektedir.
Meclis Bütçe Komisyonu Başkanı Balıkesir Milletvekili
Halil İmre, liste başı olan şahıslardandır:
“Kapının önünde bir cip ve bir steyşin durdu. Bir sivil, bir binbaşı ve bir
Harp Okulu öğrencisi indiler. Pencereden görüyordum. Biri etrafı dolandı, sonra
kapı çalındı. Temiz yüzlü, genç bir öğrenci idi. Sakin, ürkütücü olmayan bir
sesle, ‘Beraber Harp Okulu’na kadar gideceğiz’ dedi. Lüzumsuz sorulara yer
yoktu. Direnmek hiç aklımdan geçmiyordu. Sırtımda yazlık elbisem vardı. Beraber
indik. Cipe bindirdiler. Harbiyeli kapı tarafından yanıma oturdu. Anlaşılan,
gördüğüm sivilin kılavuzluğu ile steyşindeki binbaşı, diğer av adreslerine
gitmişlerdi.” (İmre, 1976:298)
Listedekilerden biri de DP’li bakanlardan Hayrettin
Erkmen’dir. Erkmen, yapılan muamele karşısında tam bir dehşete düşer. Hayrettin
Erkmen o dehşet ânını şöyle anlatıyor:
“Bir kum arabası gelmişti kum çekmek için. Arkası açık bir kamyonet… Oraya
aldılar bizi. Rahmetli Namık Gedik’i şoför yanına oturttular. Beni arkaya, açık
olan yere… Arkam şoför mahalline dayalı olarak giderken önümde üç tane Harbiye
talebesi var. Beni üçgen şeklinde muhasara altına almışlar. Üçünde ordu tipi
Walter tabanca var. Tabancaların hepsinin horozu kalkmış durumda. Bazı subaylar
geliyor, ikide bir ağzıma dayıyor, tabancayı. ‘Ah namussuz! Emir alsam da şu iki
kaşının arasına şunu sıksam’ diyordu.” (Birand, 1999:176)
DP’li bakanlardan Mükerrem Sarol da liste başı
şahıslardan olup gözaltına alınma görevi darbecilerden Yüzbaşı Ahmet Er’e
verilmiştir. Sarol’un gözaltısı sırasında yaşadıkları, Yüzbaşı Er’e darbe ile
ilgili ilk hayâl kırıklıklarını tattırır.
“Ben de vilâyete davet etmek üzere Mükerrem Sarol’un adresine gittim.
Yanımda Kıdemli Başçavuş Ali Sadi Dolaş ile iki er vardı. Mükerrem Bey’in evi
Dolmabahçe yolu üzerinde Alman Konsolosluğu’na yakın bir yerde idi. Kapının
ziline bastık, kapı açıldı. Üç beş kişilik bir hanım grubu bizi karşıladı. Mükerrem
Bey’in evde olup olmadığını sordum. Mükerrem Bey arka plânda göründü. Artık tam
merdivenlerden iniyorduk, o önde, biz arkada idik. Başçavuş Ali Sadri Dolaş,
elindeki Sten marka tabancayı havaya kaldırarak dipçiği ile Mükerrem Bey’in
sırtına vurmaya davrandı. Kendisine işaret ettim, yapmamasını istedim.
Mükerrem Sarol Bey’le merdivenlerden indik, yola çıktık. Ve bizi getiren
askerî araca bindik. Hareket etmek üzereydik, tam o sırada arkamızdan bir
askerî araç süratle yaklaştı ve önümüze geçip durdu. İçinde üç kurmay binbaşı
arabadan indi ve bize yaklaştı. İçlerinden biri bana sordu: ‘Bu adam kim?’ Cevap
verdim: ‘Mükerrem Sarol Beyefendi’dir.’ Aynı subay, ‘Bu herifi biz alacağız’
dedi.
‘Mükerrem Bey’in vilâyete davet görevi bize verildi’ dedim ise de ısrar
ediyor, ‘Bu herifi alacağız’ diyordu. Baktım ki, iş kavgaya doğru gidiyor. ‘Peki,
buyrun, alın’ dedim.
Mükerrem Bey bizim arabadan indi. Kolundan tutarak kendi arabalarına götürdüler
ve ‘Geç ulan!’ diyerek arabaya bindirdiler. Kendileri de arabaya binerek
Dolmabahçe’ye doğru uzaklaşıp gittiler. Bu manzarayı üzüntü ile seyrettikten
sonra, ‘Doğmadan önce ölen çocuk’ diye hislendim.” (Er, 1999)
Darbenin ilk günlerinde gözaltına alınanlardan biri de
Bursa Valisi İhsan Sabri Çağlayangil’dir. Çağlayangil, gözaltı işlemleri
sırasında darbecilerin zihinlerinin ne kadar karışık olduğunu ve her şeyin
olduğu gibi ordudaki disiplinin de nasıl tepetaklak olduğuna şâhit olur:
“Sabahleyin bir subay, üç dört tane de astsubay geldiler. Beni Işıklar
Lisesi’ne götüreceklerini söylediler. Nazik değillerdi. Acele etmelerine rağmen
tıraş oldum. Cipe bindim. Işıklar Lisesi’ne geldim. Gidiş o gidiş!
Işıklar Lisesi’nin kumandanı İsmet Tağmaç’tı. Işıklar Askerî Lisesi’nde iki
gece kaldım. Sonra uçak geldi. Sadettin Bey’i İstanbul’da bıraktık. Beni oradan
Ankara’ya götürdüler. Uçak askerîydi.
Uçak Etimesgut’a indi. Beni eşyalarımla birlikte bir odaya aldılar. Orada
Celal Bayar’ı Bursa’ya getirip götüren bir pilota rastladım. Beni bekler
görünce bir tuhaf oldu. Selâmladı. Derhâl dışarı çıktı.
Koridorda bir albaya bağırdı: ‘Biz bu hareketi İhsan Sabri Bey gibi
kişileri tutuklamak için mi yaptık? Yazıklar olsun size!’
Beni savunmasına değil, bir binbaşının bir albaya böyle çıkışmasına hayret
ettim.
Sonradan bir cip geldi. Bir hava albayı nezaketle buyur etti. Cipe bindik.
Şimdiki Meclis’te vaktiyle Senato Başkanlığı olarak kullanılan odanın altında
sonradan Senato Memurlar Yemekhanesi yaptığımız yerde bir irtibat bürosu
kurulmuş. Albay oraya girdi. Bir müddet sonra çıktı. Bana, ‘Sizi istiyorlar’
dedi. Beraberce gittik. Bir Yüzbaşı, ‘Meşhur Bursa Valisi sen misin?’ dedi.
‘Ben Bursa Valisiyim ama şöhretimin nereden geldiğini bilmiyorum’ dedim.
Bana cevaben, ‘Fazla söylenme, senin de kulakların düşer’ dedi.
Kendisinin yüzbaşı, beni getiren zâtın da albay olmasına rağmen, ‘Götürün,
tanımak için çağırdım’ dedi.” (Çağlayangil,
1990:18-19)
Gerçek olan şudur ki, darbenin ileri gelenlerinin de ifşa
ettikleri gibi darbe sabahı yapılan gözaltılar yapılan listelerle sınırlı
kalmamış, tüyler ürperten bir insan avı yaşanmıştır. Bu insan avı genç
Harbiyelilerin rastladıkları generalleri gözaltına alacak kadar trajikomik bir
vaziyet almış, darbeciler fırsat buldukça ve durumun farkına vardıkça,
yaptıkları müdahalelerle vaziyeti kurtarmaya çalışmışlardır.
Darbenin birkaç generalinden biri olan ve Ankara
kumandanı görevinde bulunan Madanoğlu, kargaşaya neşter vuranlardandır:
“Silah sesini duyan, sokağa fırlıyor. Atlıyor bir taksiye, geliyor. Herkes
toplanmış. Ve herkes de bir iş yapmak istiyor. ‘Şurada da bir Demokrat Mebus
var’ diyor, o mebusu alıyor. ‘Burada da var, şurada da var’ derken başladı
önüme yeni tutuklama emirleri gelmeye… Bu emirleri kim veriyor, nasıl veriyor,
anlamadım. Ben imza etmek için emirleri okuyorum, bakıyorum. Millî Emniyet
Başkanı diyor. Peki diyorum, tutuklansın. Arada birtakım generaller var.
Generalleri siliyorum. Böyle karmakarışık bir durum!
Harp Okulu’na gittim. Bir odada 20-25 general… Ben bunlar gezmeye, duruma bakmaya
filan gelmişler sandım. ‘Yahu ne arıyorsunuz şimdi siz bu telâşın arasında?’
dedim. ‘Biz tutukluyuz’ dediler. ‘Nasıl tutukluyuz?’… Meğer artık tutuklanacak
kimse kalmayınca bizim Harbiyeliler, generalleri de tutuklamaya başlamışlar.” (Birand, 1999:177)
Kaynaklar
Birand M. Ali,
(1999), Demirkırat, İstanbul: Doğan Kitap
Çağlayangil İ. Sabri,
(1999), Anılarım, İstanbul: Güneş Yay.
Er, Ahmet Yzb.
(1999), Gündüz Gazetesi, Kasım
İmre Halil Mv.
(1976), Bir Ömür, Üç Kitap, Ankara: Ayyıldız Mtb.
Radikal Gazetesi,
(2008), 27.5.2008