
MUTLAKIYET idareleri esas itibarı ile sorumsuzdur. Yapıp ettiklerinin, harcamalarının hesabını asla kimseye vermezler. “Niye yapmışlardır, o kadar harcamanın gerekçesi nedir?” gibi sorular mutlakıyet idareleri için hem anlamsız, hem de soru sahiplerinin başını belâya sokacak mahiyettedir.
Bu keyfîlik yalnızca malî konular ile sınırlı olmayıp yönetim, terfi, cezalandırma gibi konular için de geçerlidir. Zaten mutlakıyette yetki sınırsız olduğu gibi keyfîlik de sınırsız ve hemen hemen her alanı kapsamaktadır.
Osmanlı Devleti resmî olarak kendisini (1299-1876 döneminde) mutlakıyet idaresine sahip saymıştır. Bu süre içinde akıllı ve vicdanlı yöneticiler geldiklerinde onlar kendilerini kanun ve örf ile sınırlı sayarlarken, akılsız ve vicdansız yöneticiler geldiklerinde onlarsa kendilerini ne bir kanun, ne de bir örfe bağlı saymışlardır. Akıllarına geleni keyiflerinin istediği gibi yapmışlardır. Halkın mağduriyeti, çektiği yoksulluk, salgın hastalıkların yol açtığı yıkımlar onlar için önemli olmamıştır.
Osmanlı padişahlarının en azından bir kısmının bu kadar rahat ve bu kadar keyfî davranmalarının sebeplerine bakıldığında, bir defa hesaba çekilme korkusunun olmadığı görülür. Ülke zaten onun sayılmaktadır. Halk ise ona itaat etmek zorundadır. Seçim derdi de yoktur. Seçmene laf anlatma, ikna etme, kendini beğendirme gibi fânîleri bunaltan işler onlar için geçerli değildir. Basın yok hükmündedir. Daha gelişme dönemindedir. Buna rağmen basın istediğini yazacak güç ve güvenceye sahip değildir. Yargının durumu da basından farklı değildir.
Böyle bir tarihî miras ortada dururken Kemalist uygulamalar ne zaman eleştiri konusu yapılsa hemen benzeri konuda bir padişahın yapıp ettiğinden örnekler verilerek o uygulamalar mazur ve meşru gösterilmeye çalışılmaktadır. Kemalist uygulamalar için asla hesaba katılmayan İslâmî ilkeler padişahlar için geçerli sayılmaktadır. Din işlerinin devlet işlerinden ayrılığı (lâiklik) söylemi bu konularda padişahların aleyhine, Kemalist mutlakıyetin ise lehine kullanılmaktadır.
Gözden kaçırılan en önemli husus, altı yüz yıllık Osmanlı döneminin ilk yarısında Osmanlılar Hıristiyan/Haçlı Avrupalılara karşı savaşmışlar, Söğüt gibi bir ilçeden yola çıkarak Viyana’ya kadar ilerlemişlerdir. Sadece askerî alanda değil, hukuk, ekonomi, mimarlık, eğitim gibi pek çok alanda benzeri ilerlemeler temin etmişlerdir. Buna karşılık Osmanlıların ikinci dönemlerinde (duraklama ve gerileme zamanlarında) ise kendilerini Avrupalı sömürgecilere karşı korumak için savaşmışlardır. Özetle Osmanlıların altı yüzyılı Avrupalılarla savaşarak geçmiştir.
Ancak Osmanlıların yıkımı Avrupalılar eliyle dışarıdan değil, onların desteğini alanların eliyle içeriden olmuştur.
Buna karşılık Kemalist mutlakıyet ise Avrupalılarla savaşmamıştır ve aksine halkı Avrupalılaştırmak için yüzyıldan beri halk ile savaş hâlindedir. Osmanlı mutlakıyeti için düşman, Hıristiyan/Haçlı Avrupalıdır. Kemalist mutlakıyet içinse düşman, zorla Avrupalılaştırılması gereken halktır.
Osmanlı ve Kemalist mutlakıyetler karşılaştırıldığında, halk için bu durumda ister istemez Osmanlı mutlakıyeti daha yakın durumdadır. Buna karşılık Kemalist mutlakıyet ise aynı ölçüde yabancı ve acımasızdır.
Kemalist mutlakıyetin savunması ve meşruiyeti için Osmanlı padişahlarına ihtiyaç duyulması oldukça eğlencelidir. Ne zaman bale/tiyatro/opera için Devlet eliyle yapılan harcamalar eleştirilse, hemen Osmanlı padişahlarının benzer konulardaki keyfî harcamaları ile bu eleştiriler aşılmaya çalışılmaktadır. Oysa örnek aldıkları Batı ülkelerinde bale/tiyatro/opera gibi kurumlar artık özel sektöre aittir. Devlet bütçelerinden bu konular için tahsisat yapılmamaktadır.
Nitekim bale/tiyatro/operanın gereksizliği üzerine çıkan haberler/yazılar üzerine “Kültür Bakanı Yardımcısı” unvanlı Batuhan Mumcu, meydana atılarak sosyal medya hesabından tepki göstermiştir: “Sanat evrenseldir ve Devlet sanatı destekler. Türk kültüründe seyirlik oyunlar önemli bir yer tutar. Osmanlı, devlet geleneğinin önemli bir ayağı olan sanatı himaye etme, sanatçıyı koruma ve destekleme konularında hâmilik sıfatı ile sanatçılara ve sanat kurumlarına karşı maddî ve manevî olarak büyük bir destek vermiştir…”
Mumcu gibi kimselerin iddialarına kaynak olarak gösterdikleri ise, Padişah Abdülaziz’in Almanya’nın Bayreuth şehrinde Richard Wagner Opera Bale Binasının yapımına destek için 1871’de, her biri bugünün parası ile 70 bin avro olan 900 hissesini almasından dolayı, binanın bitiminden uzun yıllar sonra “229, 230 ve 231” numaralı koltukların Abdülaziz Han’a tahsisli olarak boş tutulmasıdır.
Abdülaziz Han döneminde (1861-1876) Osmanlı Devleti, Avrupa ülkelerinden aldığı borçlarını ödeyememiş, yeni faizlerle sürekli borç ertelemesi yaptırmış, sonunda alacaklı ülkeler Osmanlı maliyesinin başta gümrük ve tütün işleri gibi alanlardaki gelirlerine haciz koydurmuşlardır. Bunun için de Abdülhamit Han döneminde Duyun-u Umumiye idaresi kurulmuştur.
Abdülaziz Han döneminde halkın temel ihtiyaçları karşılanamazdı. Sağlık hizmetleri yoktu. Ulaşım çok yetersizdi. Okul-eğitim hizmetleri ise gelişigüzel bir durumdaydı. Halk büyük bir yoksulluk içindeydi. Savaşlar, Anadolu’ya Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen göçler ve Anadolu’da Hıristiyan azınlıkların isyanlarından dolayı halk perişandı. Böyle bir hengâmede Abdülaziz Han, Almanya’da bir bale/opera binası için kendi keyfince harcamalar yapabilmiştir. Meşrutiyet dönemindeki İslâmcıların görüşüne göre “istibdat, geri kalmanın en önemli nedenidir”. Bu yüzden meşrutiyetin kurulması, yönetim işlerinin yasama-yürütme-yargı gibi sınıflara ayrılması, bu sınıfların birbirlerinin işlerine müdahale etmemesi, özgür basının olması, eğitimin ihtiyaca göre ve bütün yurda yayılması gelişme ve ilerlemenin temelini oluşturacaktır.
Derken “Cumhuriyet” ile birlikte yeni bir mutlakıyet idaresi başlamıştır. Yönetime yapıp ettikleri için kimse hesap soramamıştır. Kemal Paşa’nın heykelleri için büyük masraflı kampanyalar açılmıştır. Bunun için yurt dışından, değişik ülkelerden çok sayıda heykeltıraş getirilmiştir. Hemen hemen her il ve ilçeye Kemal Paşa’nın heykelleri dikilmiştir. Kemal Paşa’nın gittiği her ilde saraylar, kaşaneler yaptırılmış, sonra müzeye çevrilmiştir.
Günümüzde Kemal Paşa’nın kaldığı ev, kaşane ve sarayların müze hâline getirilmesi için harcanan paraların bile haddi hesabı yoktur. Kemal Paşa için yüksek fiyatlarla yat alınmıştır. Paşa yatı için duyduğu heyecanı, “Çocuk oyuncağını nasıl beklerse, ben de yatımı öyle bekledim” diye açıklamıştır. Cumhuriyet Bayramı törenleri için yurt dışından ithal edilen değişik ad ve markalı içkiler, yurdun dört bir yanına, CHP binalarında törenlere katılacak kişilere ulaştırılmıştır. O yoksul ve fakir dönemde Sümerlerin, Hititlerin Türklüğünü ispat için yine yurt dışından büyük masraflarla arkeologlar getirilmişlerdir. Bütün bu işler bir kişi istedi diye yapılmıştır.
Kemalist mutlakıyetin yaptığı keyfî harcamalar için elbette kimse hesap soramamıştır. Halkın üzerinde büyük bir korku hâkimiyeti kurulmuştur. Ne zaman az çok o döneme ve o zaman yapılanlara bir itiraz eden olsa, hemen “Osmanlı padişahları da yapmıştı” diye padişahlardan yardım temin etmeye çalışmaktadırlar.
Peki, sanat nedir? Hangi faaliyetler sanat kapsamına girmektedir? Bütün bunların dışında baleyi/operayı sanat sayan Batuhan Mumcu gibi şahıslar, kendi özel imkânları ile tiyatro için özel binalar yaptırarak, bütün bir yıl istedikleri eserleri oynayarak, sanatın ne kadar evrensel olduğunu gösterebilirler. Buna bir engel yoktur.
Sanatın evrenselliği kadar sanatın zenginlik işi olduğu da bilinmektedir. Türkiye’nin, bu ekonomik kriz ortamında, 12 şehri depremle yerle bir olmuş, milyona yakın ev ve iş yeri yıkılmış, milyonlarca işsizin geçim derdinde kıvrandığı bir esnada bale ve opera gibi işler için Devlet bütçesinden para ayırması tek kelimeyle zulümdür.
Devlet ülkenin imkânlarını “İş yeri açtı, açıyor”, “İhracat yaptı, yapıyor” diyerek sermaye sınıfına tahsis ettiği gibi, yine o sınıfların paşa gönülleri ve keyifleri için milyon dolarlarla, başta İstanbul AKM binası olmak üzere, benzeri işler için harcamalar yapmaktadır.
Özgür basına ve seçimlere rağmen bu işler nasıl olmaktadır? Eskiden olduğu gibi bir mutlakıyet idaresinden söz etmek mümkün değildir. Ancak mutlakıyet idaresi varmış gibi, yukarıda değinilen harcamalar yapılmaktadır.
Seçilmiş iktidar, yaptığı bu tasarruflar için kimseye, en azından kendi tabanına hesap vermeye tenezzül etmemektedir. İktidarın bu keyfî uygulamaları sürdürmesi mutlakıyet dönemi alışkanlığıdır.
Sabah akşam her türlü hakaret ve küfürle andıkları padişahları Kemalist mutlakıyetin işlerini savunmak için meşruiyet sebebi olarak anmaları ise bir ikiyüzlülük, bir tutarsızlık örneğidir. Türkiye’nin ihtiyacı, idarenin rasyonelleşmesidir. İdarenin tasarrufları için halkın ihtiyacını ve halkın kültürünü hesaba katmasıdır. Türk halkının kültüründe bale/opera gibi sanat dalları var mıdır? Padişahın Almanya’da bir bale/opera binası için kendi kafasına göre yaptığı harcamalar örnek alınabilir uygulamalar mıdır? Elbette olamaz, olmamalıdır. Görünüşe göre Kemalist kesim, padişahların gece hayatı hakkındaki işlerinin sıkı takipçisidirler.
Avrupa kültürünü bale/opera/tiyatro gibi araçların yanı sıra devlet zoruyla halka benimsetme çabalarının yüz yıldır devam etmesi, üstelik bu çabaları bir marifetmiş gibi savunan yöneticilerin haber olmaları, günümüz Türkiye’si için büyük bir kayıptır. Yüz yıl öncesinin tekrarıdır.
Aslında Türkiye’de bu tür harcamaları yapmakta, bunları savunmakta kimsenin haddi olmamalıdır. Çünkü adı geçen kurumlar ile Türk halkının kültürü yok edilmiş, Avrupa’da duydukları ve gördükleri her ne varsa onu halka mâl etmenin birer aracı hâline gelmişlerdir. Seçilmişlerin, kendilerini seçen kitle ile bu kadar uyumsuz hâldeki yöneticileri bulup halka musallat etmeleri ise ülkenin geleceği için büyük bir kayıptır!
Ertuğrul Özkök: “Dünyanın en ünlü operasının 229-230-231 numaralı koltuklarının gizli Türk sahibi”, T24.com
Hacı Yakışıklı, “Devlet Opera ve balesi mi Olur?”, tv100.com
Yıldıray Oğur, “Abdülhamit’in Primadonnası ve Diğerlerinin Ağustos Maaşları Ödenmiştir”, Karar Gazetesi