21’inci yüzyılda İslâm-Batı ilişkileri ve Orta Doğu

İslâm, Batı için her zaman anlaşılmaz bir din olmuştur. Din ve devletin ayrılmadığı, bir kiliseye sahip olmayan, bir ruhban sınıfına dayanmayan din olarak İslâm, Batı için çok gizemli bir fenomendir. Kilise gibi bir hiyerarşisi ve yapısı olmayan caminin sadece ibadet yeri olarak bir işlevinin olması, Batılı için anlaşılmaz bir olgudur. İslâm, Batı’nın din algısını altüst eden bir din ve medeniyettir.

İSLÂM ve Batı arasındaki ilişkiler, tarih boyunca hep gerilimli, çatışmalı ve krizlerle dolu bir seyir takip etmiştir. Bugün İslâm ve Batı ilişkileri, “çatışma” kavramı ile ifade edilmektedir. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi, temelde İslâm-Batı çatışmasını merkeze alarak oluşturulan bir projedir. Suriye ve Irak sorunları başta olmak üzere, bugün Ortadoğu’da yaşananlar ışığında, her açıdan İslâm-Batı ilişkileri tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşamakta olduğumuzu söyleyebiliriz.

Müslüman ve Batı toplumları, birbirleri hakkında olumlu görüşlere sahip değildirler. Müslüman toplumlar, özellikle Amerika hakkında çok olumsuz düşüncelere sahiptirler. NATO’da müttefiklik ilişkisi içinde bulunduğumuz Amerika hakkında olumlu düşünenlerin oranı, ülkemizde yüzde 10’ların bile altında bulunmaktadır. Aynı şekilde İslâm hakkında olumlu görüşe sahip Batılıların sayısı çok düşüktür. Amerika’da dört kişiden birinin İslâm hakkında olumlu kanaate sahip olduğu verisini hesaba kattığımızda, İslâm ve Batı toplumlarının birbirleri hakkındaki olumsuz kanaatlerinin çok sağlıksız ve yıkıcı olduğunu söyleyebiliriz. Müslüman ve Batı toplumlarının birbirini ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı kanaatleri, dünya barışı ve bir arada yaşama kültürü açısından çok olumsuz bir durumu temsil etmektedir.

11 Eylül’den sonra İslâm-Batı ilişkilerinin, tarihte şimdiye kadar görülmeyen şekilde radikal ve dramatik bir değişikliğe uğradığını gözlemleyebiliyoruz. 11 Eylül’den sonra geliştirilen terörizmle mücadele konsepti kapsamında Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgali, milyonlarca Müslüman’ın hayatını kaybetmesine, Batı müdahaleleri sonucu İslâm coğrafyasının büyük yıkımlar yaşamasına, İslâm-Batı ilişkilerinin bir yıkım süreci şeklinde ilerlemesine neden olmuştur.

“İslâm-Batı ilişkileri” kavramsallaştırması, çok karmaşık bir olguyu ifade etmektedir. İslâm, bir din etrafında bin 400 yıllık süreçte oluşan toplumsal, siyasal, coğrafik, felsefî, teolojik, tarihsel, kültürel ve dinî birikimi ifade etmektedir. “Batı” kavramsallaştırması da Roma’dan günümüze kadar geçen süreçte farklı toplumların siyasal, dinî, kültürel, askerî, stratejik ve felsefik açılardan oluşturduğu karmaşık olguyu ifade etmektedir. Batı, sadece Hıristiyanlıktan oluşmamaktadır. Hıristiyanlık ve Yahudilik, “Batı” dediğimiz karmaşık olgunun içinde yer alan sayısız unsurdan sadece ikisidir. “İslâm” ve “Batı” dediğimiz dünyaların, homojen bloklar olmadıklarını, ikisinin de kendi içinde sınırsız bir çoğulculuğa sahip olduğunu bilmemiz gerekmektedir.

“Batı” ve “İslâm” şemsiye kavramları altında var olan derin farklılıkları görmemek, hem Batı’yı, hem İslâm’ı anlamamak demektir. Müslüman toplumlar, kendilerini İslâm etrafında tanımladıkları için onları genel olarak “İslâm” şeklinde ifade ettiğimiz gibi, Avrupa, Kuzey Amerika, Kanada, Avustralya ve İsrail’in kendisini “Batı” olarak nitelendirmesinden dolayı bu grubun da “Batı” altında toplandığını ifade etmek lazımdır.

İslâm ve Hıristiyanlık, birbirine karşılık gelen olguları ifade etmemektedir. Hıristiyanlık, kilisesi, ruhban sınıfı ve ritüelleri olan birbirinden farklı birçok inancı bünyesinde barındıran bir dindir. Ortaçağ’da Hıristiyan dünyası için Christendom kavramı kullanılmıştır. Bundan hareketle günümüzde İslâm dünyası için de İslamdom kavramının kullanılmasını öneren Hodgson gibi akademisyenler bulunmaktadır. Ancak bugünkü Batı “Hıristiyan dünyası” olarak nitelenmeyeceği gibi, İslâm dünyasını da sadece İslâmdom olarak nitelemek çok sığ olacaktır.

İslâm, din kavramının dar anlamının ötesinde bir dünya görüşü ve ona bağlı olarak oluşan dünyayı ifade etmektedir. Bu bağlamda kullandığımız “medeniyet” kavramı, İslâm dünyası dediğimiz büyük olgunun kapsamlı bir ifadesidir. İslâm’ı Hıristiyanlıkla karşılaştırmak yerine, onu “Batı” denilen medeniyet havzasıyla karşılaştırmanın daha uygun düştüğü görülmektedir.

Hıristiyanlık ve Yahudilik, Batı medeniyetinin kurucu unsurlarından ikisidir. Yunan felsefesi ve Roma hukuku, Batı medeniyetinin iki diğer kurucu unsurunu oluşturmaktadır. Batı kültürünün hukukî, sosyal, siyasal, kültürel, felsefî ve coğraf3i hayatını derinden şekillendiren Roma, Yunan, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan dolayı Batı, bir Yahudi-Hıristiyan-Roma-Yunan (Judeo-Christian-Roman-Greek civilisation) medeniyeti olarak kabul edilmektedir. “Kilise ve devletin birbirinden ayrılması ilkesi” kabul edildikten sonra, Hıristiyanlık kiliseleri devlet üzerinde otorite sahibi olma iddialarından vazgeçmelerine rağmen, sosyal, siyasal, uluslararası ilişkiler ve ekonomik alanlardaki etkilerini sürdürmeye devam ettirmektedirler. Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin, küresel sistemin arkasındaki en etkin oyuncular olmaya devam ettiğini söylemek bu yüzden mümkündür.

İslâm, Batı için her zaman anlaşılmaz bir din olmuştur. Din ve devletin ayrılmadığı, bir kiliseye sahip olmayan, bir ruhban sınıfına dayanmayan din olarak İslâm, Batı için çok gizemli bir fenomendir. Kilise gibi bir hiyerarşisi ve yapısı olmayan caminin sadece ibadet yeri olarak bir işlevinin olması, Batılı için anlaşılmaz bir olgudur. İslâm, Batı’nın din algısını altüst eden bir din ve medeniyettir.

Hıristiyanlık, kilise, ruhban sınıfı ve güçlü sivil toplum kuruluşlarına sahip olmasına rağmen, Batılı toplumlara tek başına bir kimlik ve aidiyet vermemektedir. İslâm, dar anlamda bir din olmanın ötesinde, iki milyara yakın insana ortak bir kimlik ve aidiyet verme gücüne sahip bir dindir. Arap, Türk, Kürt, Berber, Tuareg, Fars, Malay, Sudanlı, Etiyopyalı, Çerkez, Laz, Boşnak, Tatar, Uygur, Arakanlı ve daha sayamayacağımız sayısız farklı etnik gruba mensup insan, kendisini “Müslüman” olarak nitelemektedir. İslâm, sayısız etnisite ve kültürü “İslâm” ortak paydasında birleştirip “İslâm ümmeti” hâline getirmektedir. İslâm’ın insanlığı “Müslüman” kimliği ve aidiyeti (ortak) paydasında ümmet hâline getirmesi, Batı’nın yıkmayı amaçladığı en merkezî değerdir. Ümmet düşüncesi, Batı’nın yıkmayı amaçladığı stratejik bir hedef konumundadır. İslâm ümmetini bölmek, parçalamak ve yok etmek, Batı dünyasının değişmeyen stratejik hedefidir.

Batı’nın İslâm algısı

İslâm’dan bahsedildiği zaman, Batı onu dar anlamda bir din olarak anlamaktadır. Batı, İslâm’ı kuşatıcı ve kapsayıcı evrensel bir kültür ve medeniyet olarak algılamaktadır. İslâm’ın kuşatıcılığının ve kapsayıcılığının olabildiğince daraltılması için İslâm’ı dar bir kült veya mezhep dinine dönüştürmek için projeler üretmekten Batı vazgeçmemiştir. Batılıların “Şii İslâm’ı”, “Türk İslâm’ı”, “Arap İslâm’ı”, “Sünnî İslâm’ı”, “Afrika İslâm’ı” gibi isimler altında etnisite, mezhep ve coğrafya çizgisinde İslâm ümmetini bölüp parçalama ve küçültme projeleri sürekli olarak üretilmektedir.

“Fetöizm” dediğimiz şer şebekesi, aynı şekilde küresel güçler tarafından içimizde üretilen, İslâm’ın aslî değerlerini yozlaştırarak karanlık ve kirli bir kült oluşturma çabasından başka bir şey değildir. Batılı güçlerin İslâm’ı din olmaktan çıkarıp bir külte indirgeme projelerinin en iyi örneklerinden birini Fetöizm oluşturmaktadır.

Batı Fetöizm gibi, içimizde karanlık yapılar oluşturmanın yanında Müslüman dünyayı kışkırtmak ve saldırganlaştırmak için de profesyonel provokasyon girişimlerinde bulunmaktadır.


Hint yazar Salman Rüşdi tarafından yazılan “Şeytan Ayetleri” adlı kitap, İslâm dünyasında büyük tepkilere ve protestolara neden olmuştu. Ardından Danimarka’da İslâm Peygamberi’ne hakaret etmeyi amaçlayan karikatürler yayınlandı. Karikatür olayı da Müslümanlar arasında büyük tepkiye neden oldu. Şeytan Ayetleri ve karikatür provokasyonlarının temel hedefi, İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’an’ı ve Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimizi değersizleştirmek, önemsizleştirmek ve ötekileştirmektir. Bu iki olay Batı’nın, İslâm’ın temellerini sarsmak ve değersizleştirmek için her türlü provokasyondan çekinmediğini ortaya koymaktadır.

Batı, İslâm’ı terör, şiddet ve kılıçla özdeşleştirmektedir. Batı, ırkçılık, şiddet ve emperyalizme dayanan bir vahşet üzerine var olmuştur. İslâm, maneviyat, ahlâk ve hukuk üzerine var olmuş fıtrat medeniyetidir. Batı, İslâm’ı şiddet ve terörizmle özdeşleştirerek onun hukuk, ahlâk ve maneviyat değerlerinin içini boşaltmaya çalışmaktadır.

Batılı güçler her alanda İslâm’a saldırılarına devam ederlerken, aynı zamanda Müslüman coğrafyanın işgali için somut plân ve projeleri de uygulamaya koymaktadırlar. Büyük Ortadoğu Projesi, İslâm coğrafyasını yeniden işgal etmenin ve sömürgeleştirmenin adıdır. Batı, İslâm ümmetini ve coğrafyasını işgal ve kolonize etme amacından asla vazgeçmiş değildir. Batı, İslâm coğrafyasına baktığı zaman sömürgeleştireceği bir alan ve toplum görmektedir. 11 Eylül’den sonra Amerika’nın öncülüğünde sistematik bir şekilde İslâm coğrafyası yeniden paylaşılmaktadır.

BOP’ta yeni bir döneme mi giriliyor?

“Terörle mücadele” adı altında Afganistan’ı işgal eden Amerika ve Batılı güçler, “El-Kaide ve Üsame bin Ladin’le mücadele” başlığını kullanarak sistematik bir şekilde işgal alanlarını genişletmişlerdir. El-Kaide ve Üsame bin Ladin, İslâm dünyasını emperyalist müdahalelere açık hâle getiren kullanışlı araçlar olarak işlev görmüşlerdir.

Saddam’ın kimyasal silahlarını etkisizleştirme gerekçesiyle Irak’ı işgal eden Amerika, hiçbir kimyasal silah bulmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır. El-Kaide’nin Irak ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu genelinde DAİŞ şeklinde yeni bir yapı olarak ortaya çıkması, Amerika ve müttefiklerine sömürgeci paylaşımları ve işgalleri için altın imkânlar yaratmıştır. Amerika ve Rusya, “DAİŞ’le mücadele” adı altında Suriye ve Irak’ta hâkimiyetlerini güçlendirmektedir. Irak’ta Amerika çok güçlü iken, Suriye’de ise Rusya’nın etkili olduğu görülmektedir. Ortadoğu’nun bugününe ve geleceğine Amerika ve Rusya’nın hükmettiği tehlikeli bir sürece girmiş bulunmaktayız.

Suriye’de Obama’nın izlediği pasif politika döneminden sonra Trump yönetiminin Ortadoğu’dan çekileceğine ve Çin’e yöneleceğine dair öngörülerde bulunulmaktaydı. Yapılan bu öngörünün aksine Trump yönetimi, köklü bir şekilde Ortadoğu’ya ve Suriye’ye yerleşmenin adımlarını atmaktadır. Cumhuriyetçi yönetim, Ortadoğu’yu kanlı savaşlar pahasına yeniden dizayn etmek için her şeyi yapacak gibi görünmektedir.

Trump dönemi, Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçek anlamda uygulandığı bir dönem olacaktır. Trump yönetimi, İran ile gerilimi yükselterek ve DAİŞ’le savaşı öncelikli hâle getirerek Ortadoğu’da bir gerilim ve çatışma siyaseti uygulamaktadır.

Amerika, Suriye’de Rakka, Irak’ta Musul operasyonunun tamamlanması için değişik ittifaklar geliştirmekte ve müdahalelerde bulunmaktadır. Trump yönetimi, DAİŞ’in Irak ve Suriye’deki varlığının en kısa sürede etkisizleştirilmesini stratejik hedef olarak değerlendirmektedir. DAİŞ’ten kısa sürede ve en düşük maliyetle kurtulma hesabı, Amerika yönetiminin Suriye’de Suriye Demokratik Güçleri ile askerî anlamda yakın işbirliği içinde olmasını sağlamaktadır. Trump, Amerika’nın Suriye Demokratik Güçleri’ne ağır silahlar vermesine imkân veren kararnameyi imzalamıştır.

Türkiye, başından beri Suriye Demokratik Güçleri’nin bünyesinde YPG olduğu için buna karşı çıkmaktadır. YPG’nin terörist bir örgüt olduğunu ve bir terör örgütüne karşı yapılacak operasyonun bir başka terör örgütü eliyle gerçekleştirilemeyeceği argümanını Türkiye, Amerika dâhil bütün ilgili devletlere anlatmaya çalışmaktadır. Şimdiye kadar Amerika, Türkiye’nin bu argümanına destek olma anlamına gelecek adımları atmamış ve politikalarında bir değişikliğe gitmemiştir. Amerika, Suriye Savaşı’nın başından beri hep Türkiye’yi yalnız bırakan bir politika izlemektedir.

Amerika’nın YPG ve SDG’yi silahlandırması aslında sürpriz bir gelişme değildir. Amerika, Türkiye’nin itirazlarını ve argümanlarını yeterince değerlendirmeden kendi politikalarını uygulamaya devam etmektedir. Amerika’nın YPG-SDG’yi silahlandırmasının arkasında iki temel neden bulunmaktadır: DAİŞ’i karada yenmek ve Rakka’yı ele geçirme kapasitesine sahip olarak Suriye Demokratik Güçleri’ni görmenin yanında, ikinci olarak kendi güçleriyle karada operasyon yapmaya olumlu bakmamak... Amerika, DAİŞ’le mücadelede kendi güçlerinin hayatlarını tehlikeye atma riskine girmemektedir.

Amerika, Suriye’de DAİŞ’le mücadelede en etkili güç olarak değerlendirdiği Suriye Demokratik Güçleri ile Rakka operasyonunu gerçekleştirecektir. Suriye Demokratik Güçleri’ni silahlandırma hamlesiyle Amerika, DAİŞ sonrası dönemde kendi yanında güveneceği bir gücün altyapısını oluşturmaktadır. İran ve Esed rejimini yanına alarak Suriye’de tek belirleyici aktör konumunda olmaya çalışan Rusya’yı, Amerika bu son hamleyle dengelemeye ve sınırlamaya çalışmaktadır.

Suriye, Esed rejiminin kontrol ettiği bölge (Rusya-İran desteğine sahip), muhalif grupların kontrolündeki bölge (Türkiye-Suudi Arabistan-Katar destekliyor), DAİŞ’in kontrolünde olan bölge ve Kürtlerin yaşadığı Rojava bölgesi (Amerika ve Rusya destekliyor) şeklinde fiilen dörde ayrılmış durumdadır. Amerika, Suriye’de var olabilmek için çok yönlü politikalar geliştirmektedir. Bu sebeple Suriye Demokratik Güçleri’ni silahlandırmasını gelip geçici taktiksel bir girişim olarak değil, Amerika emperyalizminin Suriye ve Ortadoğu’da kalıcılaşmasını sağlayan stratejik bir hamle olarak değerlendirebiliriz.