İSLÂM ve Batı arasındaki ilişkiler, tarih boyunca hep
gerilimli, çatışmalı ve krizlerle dolu bir seyir takip etmiştir. Bugün İslâm ve
Batı ilişkileri, “çatışma” kavramı ile ifade edilmektedir. Huntington’un “Medeniyetler
Çatışması” tezi, temelde İslâm-Batı çatışmasını merkeze alarak oluşturulan bir
projedir. Suriye ve Irak sorunları başta olmak üzere, bugün Ortadoğu’da
yaşananlar ışığında, her açıdan İslâm-Batı ilişkileri tarihinin en kritik
dönemlerinden birini yaşamakta olduğumuzu söyleyebiliriz.
Müslüman ve Batı toplumları, birbirleri hakkında olumlu
görüşlere sahip değildirler. Müslüman toplumlar, özellikle Amerika hakkında çok
olumsuz düşüncelere sahiptirler. NATO’da müttefiklik ilişkisi içinde
bulunduğumuz Amerika hakkında olumlu düşünenlerin oranı, ülkemizde yüzde 10’ların
bile altında bulunmaktadır. Aynı şekilde İslâm hakkında olumlu görüşe sahip
Batılıların sayısı çok düşüktür. Amerika’da dört kişiden birinin İslâm hakkında
olumlu kanaate sahip olduğu verisini hesaba kattığımızda, İslâm ve Batı toplumlarının
birbirleri hakkındaki olumsuz kanaatlerinin çok sağlıksız ve yıkıcı olduğunu
söyleyebiliriz. Müslüman ve Batı toplumlarının birbirini ötekileştirici ve
düşmanlaştırıcı kanaatleri, dünya barışı ve bir arada yaşama kültürü açısından
çok olumsuz bir durumu temsil etmektedir.
11 Eylül’den sonra İslâm-Batı ilişkilerinin, tarihte
şimdiye kadar görülmeyen şekilde radikal ve dramatik bir değişikliğe uğradığını
gözlemleyebiliyoruz. 11 Eylül’den sonra geliştirilen terörizmle mücadele
konsepti kapsamında Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgali, milyonlarca Müslüman’ın
hayatını kaybetmesine, Batı müdahaleleri sonucu İslâm coğrafyasının büyük
yıkımlar yaşamasına, İslâm-Batı ilişkilerinin bir yıkım süreci şeklinde
ilerlemesine neden olmuştur.
“İslâm-Batı ilişkileri” kavramsallaştırması, çok karmaşık
bir olguyu ifade etmektedir. İslâm, bir din etrafında bin 400 yıllık süreçte
oluşan toplumsal, siyasal, coğrafik, felsefî, teolojik, tarihsel, kültürel ve
dinî birikimi ifade etmektedir. “Batı” kavramsallaştırması da Roma’dan günümüze
kadar geçen süreçte farklı toplumların siyasal, dinî, kültürel, askerî,
stratejik ve felsefik açılardan oluşturduğu karmaşık olguyu ifade etmektedir.
Batı, sadece Hıristiyanlıktan oluşmamaktadır. Hıristiyanlık ve Yahudilik, “Batı”
dediğimiz karmaşık olgunun içinde yer alan sayısız unsurdan sadece ikisidir. “İslâm”
ve “Batı” dediğimiz dünyaların, homojen bloklar olmadıklarını, ikisinin de kendi
içinde sınırsız bir çoğulculuğa sahip olduğunu bilmemiz gerekmektedir.
“Batı” ve “İslâm” şemsiye kavramları altında var olan
derin farklılıkları görmemek, hem Batı’yı, hem İslâm’ı anlamamak demektir. Müslüman
toplumlar, kendilerini İslâm etrafında tanımladıkları için onları genel olarak “İslâm”
şeklinde ifade ettiğimiz gibi, Avrupa, Kuzey Amerika, Kanada, Avustralya ve
İsrail’in kendisini “Batı” olarak nitelendirmesinden dolayı bu grubun da “Batı”
altında toplandığını ifade etmek lazımdır.
İslâm ve Hıristiyanlık, birbirine karşılık gelen olguları
ifade etmemektedir. Hıristiyanlık, kilisesi, ruhban sınıfı ve ritüelleri olan birbirinden
farklı birçok inancı bünyesinde barındıran bir dindir. Ortaçağ’da Hıristiyan
dünyası için Christendom kavramı
kullanılmıştır. Bundan hareketle günümüzde İslâm dünyası için de İslamdom kavramının kullanılmasını
öneren Hodgson gibi akademisyenler bulunmaktadır. Ancak bugünkü Batı “Hıristiyan
dünyası” olarak nitelenmeyeceği gibi, İslâm dünyasını da sadece İslâmdom olarak nitelemek çok sığ olacaktır.
İslâm, din kavramının dar anlamının ötesinde bir dünya görüşü
ve ona bağlı olarak oluşan dünyayı ifade etmektedir. Bu bağlamda kullandığımız “medeniyet”
kavramı, İslâm dünyası dediğimiz büyük olgunun kapsamlı bir ifadesidir. İslâm’ı
Hıristiyanlıkla karşılaştırmak yerine, onu “Batı” denilen medeniyet havzasıyla
karşılaştırmanın daha uygun düştüğü görülmektedir.
Hıristiyanlık ve Yahudilik, Batı medeniyetinin kurucu
unsurlarından ikisidir. Yunan felsefesi ve Roma hukuku, Batı medeniyetinin iki
diğer kurucu unsurunu oluşturmaktadır. Batı kültürünün hukukî, sosyal, siyasal,
kültürel, felsefî ve coğraf3i hayatını derinden şekillendiren Roma, Yunan,
Yahudilik ve Hıristiyanlıktan dolayı Batı, bir Yahudi-Hıristiyan-Roma-Yunan (Judeo-Christian-Roman-Greek civilisation)
medeniyeti olarak kabul edilmektedir. “Kilise ve devletin birbirinden ayrılması
ilkesi” kabul edildikten sonra, Hıristiyanlık kiliseleri devlet üzerinde
otorite sahibi olma iddialarından vazgeçmelerine rağmen, sosyal, siyasal,
uluslararası ilişkiler ve ekonomik alanlardaki etkilerini sürdürmeye devam
ettirmektedirler. Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin, küresel sistemin arkasındaki
en etkin oyuncular olmaya devam ettiğini söylemek bu yüzden mümkündür.
İslâm, Batı için her zaman anlaşılmaz bir din olmuştur.
Din ve devletin ayrılmadığı, bir kiliseye sahip olmayan, bir ruhban sınıfına dayanmayan
din olarak İslâm, Batı için çok gizemli bir fenomendir. Kilise gibi bir
hiyerarşisi ve yapısı olmayan caminin sadece ibadet yeri olarak bir işlevinin
olması, Batılı için anlaşılmaz bir olgudur. İslâm, Batı’nın din algısını altüst
eden bir din ve medeniyettir.
Hıristiyanlık, kilise, ruhban sınıfı ve güçlü sivil
toplum kuruluşlarına sahip olmasına rağmen, Batılı toplumlara tek başına bir
kimlik ve aidiyet vermemektedir. İslâm, dar anlamda bir din olmanın ötesinde,
iki milyara yakın insana ortak bir kimlik ve aidiyet verme gücüne sahip bir
dindir. Arap, Türk, Kürt, Berber, Tuareg, Fars, Malay, Sudanlı, Etiyopyalı,
Çerkez, Laz, Boşnak, Tatar, Uygur, Arakanlı ve daha sayamayacağımız sayısız farklı
etnik gruba mensup insan, kendisini “Müslüman” olarak nitelemektedir. İslâm, sayısız
etnisite ve kültürü “İslâm” ortak paydasında birleştirip “İslâm ümmeti” hâline
getirmektedir. İslâm’ın insanlığı “Müslüman” kimliği ve aidiyeti (ortak)
paydasında ümmet hâline getirmesi, Batı’nın yıkmayı amaçladığı en merkezî
değerdir. Ümmet düşüncesi, Batı’nın yıkmayı amaçladığı stratejik bir hedef
konumundadır. İslâm ümmetini bölmek, parçalamak ve yok etmek, Batı dünyasının
değişmeyen stratejik hedefidir.
Batı’nın İslâm algısı
İslâm’dan bahsedildiği zaman, Batı onu dar anlamda bir
din olarak anlamaktadır. Batı, İslâm’ı kuşatıcı ve kapsayıcı evrensel bir kültür
ve medeniyet olarak algılamaktadır. İslâm’ın kuşatıcılığının ve
kapsayıcılığının olabildiğince daraltılması için İslâm’ı dar bir kült veya
mezhep dinine dönüştürmek için projeler üretmekten Batı vazgeçmemiştir.
Batılıların “Şii İslâm’ı”, “Türk İslâm’ı”, “Arap İslâm’ı”, “Sünnî İslâm’ı”, “Afrika
İslâm’ı” gibi isimler altında etnisite, mezhep ve coğrafya çizgisinde İslâm
ümmetini bölüp parçalama ve küçültme projeleri sürekli olarak üretilmektedir.
“Fetöizm” dediğimiz şer şebekesi, aynı şekilde küresel
güçler tarafından içimizde üretilen, İslâm’ın aslî değerlerini yozlaştırarak karanlık
ve kirli bir kült oluşturma çabasından başka bir şey değildir. Batılı güçlerin İslâm’ı
din olmaktan çıkarıp bir külte indirgeme projelerinin en iyi örneklerinden birini
Fetöizm oluşturmaktadır.
Batı Fetöizm gibi, içimizde karanlık yapılar oluşturmanın yanında Müslüman dünyayı kışkırtmak ve saldırganlaştırmak için de profesyonel provokasyon girişimlerinde bulunmaktadır.
Hint yazar Salman Rüşdi tarafından yazılan “Şeytan
Ayetleri” adlı kitap, İslâm dünyasında büyük tepkilere ve protestolara neden
olmuştu. Ardından Danimarka’da İslâm Peygamberi’ne hakaret etmeyi amaçlayan
karikatürler yayınlandı. Karikatür olayı da Müslümanlar arasında büyük tepkiye
neden oldu. Şeytan Ayetleri ve karikatür provokasyonlarının temel hedefi, İslâm’ın
temel kaynağı olan Kur’an’ı ve Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimizi
değersizleştirmek, önemsizleştirmek ve ötekileştirmektir. Bu iki olay Batı’nın,
İslâm’ın temellerini sarsmak ve değersizleştirmek için her türlü provokasyondan
çekinmediğini ortaya koymaktadır.
Batı, İslâm’ı terör, şiddet ve kılıçla
özdeşleştirmektedir. Batı, ırkçılık, şiddet ve emperyalizme dayanan bir vahşet üzerine
var olmuştur. İslâm, maneviyat, ahlâk ve hukuk üzerine var olmuş fıtrat
medeniyetidir. Batı, İslâm’ı şiddet ve terörizmle özdeşleştirerek onun hukuk,
ahlâk ve maneviyat değerlerinin içini boşaltmaya çalışmaktadır.
Batılı güçler her alanda İslâm’a saldırılarına devam ederlerken,
aynı zamanda Müslüman coğrafyanın işgali için somut plân ve projeleri de
uygulamaya koymaktadırlar. Büyük Ortadoğu Projesi, İslâm coğrafyasını yeniden
işgal etmenin ve sömürgeleştirmenin adıdır. Batı, İslâm ümmetini ve coğrafyasını
işgal ve kolonize etme amacından asla vazgeçmiş değildir. Batı, İslâm
coğrafyasına baktığı zaman sömürgeleştireceği bir alan ve toplum görmektedir.
11 Eylül’den sonra Amerika’nın öncülüğünde sistematik bir şekilde İslâm coğrafyası
yeniden paylaşılmaktadır.
BOP’ta yeni bir döneme mi giriliyor?
“Terörle mücadele” adı altında Afganistan’ı işgal eden
Amerika ve Batılı güçler, “El-Kaide ve Üsame bin Ladin’le mücadele” başlığını kullanarak
sistematik bir şekilde işgal alanlarını genişletmişlerdir. El-Kaide ve Üsame bin
Ladin, İslâm dünyasını emperyalist müdahalelere açık hâle getiren kullanışlı
araçlar olarak işlev görmüşlerdir.
Saddam’ın kimyasal silahlarını etkisizleştirme
gerekçesiyle Irak’ı işgal eden Amerika, hiçbir kimyasal silah bulmadığını
itiraf etmek zorunda kalmıştır. El-Kaide’nin Irak ve Suriye başta olmak üzere
Ortadoğu genelinde DAİŞ şeklinde yeni bir yapı olarak ortaya çıkması, Amerika ve
müttefiklerine sömürgeci paylaşımları ve işgalleri için altın imkânlar
yaratmıştır. Amerika ve Rusya, “DAİŞ’le mücadele” adı altında Suriye ve Irak’ta
hâkimiyetlerini güçlendirmektedir. Irak’ta Amerika çok güçlü iken, Suriye’de
ise Rusya’nın etkili olduğu görülmektedir. Ortadoğu’nun bugününe ve geleceğine
Amerika ve Rusya’nın hükmettiği tehlikeli bir sürece girmiş bulunmaktayız.
Suriye’de Obama’nın izlediği pasif politika döneminden
sonra Trump yönetiminin Ortadoğu’dan çekileceğine ve Çin’e yöneleceğine dair
öngörülerde bulunulmaktaydı. Yapılan bu öngörünün aksine Trump yönetimi, köklü
bir şekilde Ortadoğu’ya ve Suriye’ye yerleşmenin adımlarını atmaktadır.
Cumhuriyetçi yönetim, Ortadoğu’yu kanlı savaşlar pahasına yeniden dizayn etmek
için her şeyi yapacak gibi görünmektedir.
Trump dönemi, Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçek anlamda uygulandığı
bir dönem olacaktır. Trump yönetimi, İran ile gerilimi yükselterek ve DAİŞ’le
savaşı öncelikli hâle getirerek Ortadoğu’da bir gerilim ve çatışma siyaseti
uygulamaktadır.
Amerika, Suriye’de Rakka, Irak’ta Musul operasyonunun
tamamlanması için değişik ittifaklar geliştirmekte ve müdahalelerde
bulunmaktadır. Trump yönetimi, DAİŞ’in Irak ve Suriye’deki varlığının en kısa
sürede etkisizleştirilmesini stratejik hedef olarak değerlendirmektedir. DAİŞ’ten
kısa sürede ve en düşük maliyetle kurtulma hesabı, Amerika yönetiminin Suriye’de
Suriye Demokratik Güçleri ile askerî anlamda yakın işbirliği içinde olmasını
sağlamaktadır. Trump, Amerika’nın Suriye Demokratik Güçleri’ne ağır silahlar
vermesine imkân veren kararnameyi imzalamıştır.
Türkiye, başından beri Suriye Demokratik Güçleri’nin bünyesinde
YPG olduğu için buna karşı çıkmaktadır. YPG’nin terörist bir örgüt olduğunu ve
bir terör örgütüne karşı yapılacak operasyonun bir başka terör örgütü eliyle
gerçekleştirilemeyeceği argümanını Türkiye, Amerika dâhil bütün ilgili
devletlere anlatmaya çalışmaktadır. Şimdiye kadar Amerika, Türkiye’nin bu
argümanına destek olma anlamına gelecek adımları atmamış ve politikalarında bir
değişikliğe gitmemiştir. Amerika, Suriye Savaşı’nın başından beri hep
Türkiye’yi yalnız bırakan bir politika izlemektedir.
Amerika’nın YPG ve SDG’yi silahlandırması aslında sürpriz
bir gelişme değildir. Amerika, Türkiye’nin itirazlarını ve argümanlarını
yeterince değerlendirmeden kendi politikalarını uygulamaya devam etmektedir.
Amerika’nın YPG-SDG’yi silahlandırmasının arkasında iki temel neden
bulunmaktadır: DAİŞ’i karada yenmek ve Rakka’yı ele geçirme kapasitesine sahip
olarak Suriye Demokratik Güçleri’ni görmenin yanında, ikinci olarak kendi
güçleriyle karada operasyon yapmaya olumlu bakmamak... Amerika, DAİŞ’le
mücadelede kendi güçlerinin hayatlarını tehlikeye atma riskine girmemektedir.
Amerika, Suriye’de DAİŞ’le mücadelede en etkili güç
olarak değerlendirdiği Suriye Demokratik Güçleri ile Rakka operasyonunu gerçekleştirecektir.
Suriye Demokratik Güçleri’ni silahlandırma hamlesiyle Amerika, DAİŞ sonrası
dönemde kendi yanında güveneceği bir gücün altyapısını oluşturmaktadır. İran ve
Esed rejimini yanına alarak Suriye’de tek belirleyici aktör konumunda olmaya
çalışan Rusya’yı, Amerika bu son hamleyle dengelemeye ve sınırlamaya
çalışmaktadır.
Suriye, Esed rejiminin kontrol ettiği bölge (Rusya-İran desteğine sahip), muhalif grupların kontrolündeki bölge (Türkiye-Suudi Arabistan-Katar destekliyor), DAİŞ’in kontrolünde olan bölge ve Kürtlerin yaşadığı Rojava bölgesi (Amerika ve Rusya destekliyor) şeklinde fiilen dörde ayrılmış durumdadır. Amerika, Suriye’de var olabilmek için çok yönlü politikalar geliştirmektedir. Bu sebeple Suriye Demokratik Güçleri’ni silahlandırmasını gelip geçici taktiksel bir girişim olarak değil, Amerika emperyalizminin Suriye ve Ortadoğu’da kalıcılaşmasını sağlayan stratejik bir hamle olarak değerlendirebiliriz.