20’nci yüzyılda Batı felsefesinin bilançosu

Platon, şairleri ideal devletten kovmak istemiştir. Çünkü onların yaratıcı hayal gücü, Platon tarafından kurulu düzen adına bir tehdit olarak görülmüştür. İnsanı en soylu hasletlerden mahrum bırakan bu indirgemeci akıl anlayışı, ruhu bedenden, duyumsal olanı düşünülür olandan köktenci bir şekilde ayırmıştır. Ve bu hâlâ Batı felsefesinin en belirleyici özelliğidir.

BUGÜN Batı felsefesi, başlangıç noktasından daha ileride değildir. Zira doğumuna sebep olan soruları hiçbir zaman tam manasıyla yanıtlayamamıştır. Bu sorular, “Yaşamın ve ölümün gerçek manası nedir? Özgürlüğümüzün kaynağı ve istidattı nedir? Allah’ın mertebelerine erişmek için nasıl davranılır?” şeklindedir. Felsefenin bu başlıca soruları, sadece insanoğlu tarafından layıkıyla gündeme getirilir. Sadece insanoğlu bu soruları gündeme taşıyamadan/sorgulamadan yaşayamaz.

Tabiatta her bireyin kendi iradesine bağlı olmayan bir yeri ve görevi vardır. Her varlık Tanrı’nın kanununa konu olur: Bir taş bırakıldığında düşmelidir, bir bitki beslendiğinde büyümelidir, bir hayvan içgüdüsünü dinlemelidir. Bunların hepsi, seçme şansı olmadan veya sorgulamadan bu ilahî kanuna uyar ve ona itaat ederler.

Her ne kadar insanoğluyla birlikte yeni bir krallık başlamış olsa da tek yaratıcı olan Allah özgür, kastî ve sorumlu bir kararın ardından ya itaatsizlik ya da bu kanunu yerine getirme seçeneğini sunar. Kutsal Kur’an şöyle söyler: “Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs) çok zalimdir, çok cahildir.” (33: 72)

Böylece mecburen ilahî kanuna intisap eden diğer yaratılmışların aksine, insanoğlunun kendi kendine yazdığı tarih de başlamıştır. Kaybedilen bu birliği geri kazanma maksadıyla demek ki insanı bütün yaratılmışlara entegre etmek ve böylece onun yaşamına ve ölümüne ilahî düzen içinde yer ve anlam vermek için insan türlü türlü mitler uydurmuştur. Ama insanoğlu aynı zamanda peygamberler aracılığıyla insanlığa getirilen ayetler vasıtasıyla da ilahî yardım almaktadır. M.S. 6. yüzyılda, Asya’nın bir ucundan diğer ucuna Mezopotamya ve Mısır’ın büyük mitleri, Hindistan’ın Upanişad’ındaki bilge deyişleri ve Çin’in Taoculuğu, bu dünyanın nihai gerçekliğinin, onun anlamının ve bunun içindeki önemli rolümüzün ve de muhtemel eylemlerimizin temel sorunlarını gündeme getirmiştir.

Bu, insanoğlunun insan ve doğa arasındaki ilişkilere yönelik sorusuna tatmin edici bir cevaba ulaşmadaki ilk girişimidir. Allah’ın Kitabı’nın büyük ayetlerinin indiği, insanların sorularına ilahî cevapların verildiği Yakın Doğu’da, bilgeler temel sorunların üzerinde büyük bir özenle durmuşlardır. Bu bilgelerden biri olan Heraklitos, M.Ö. 6. yüzyılda şunu beyan etmiştir: “Her şey ‘Bir’dir.” “Her şey O’nun dilediğince olur.” “Şöyle ki, bilgelik yalnızca tek bir şeyden oluşur: Her şeyi düzenleyen ve yöneten düşünceyi bilmekle.”

Aynı şekilde Hanifler, ilahî takdiri ararken bu cevaplara çok yaklaşmışlardı. Bu şartlar altında Batı’nın ilk “kopuşu” (geri çekilişi) gerçekleşmişti. Ticaretteki tüketim bağlılığı insanoğlunun doğa ve köleler aracılığıyla işlediği toprak ile irtibatını kaybetmesine neden olmuştu. Aynı şekilde şehirler ve her bir şehrin halkı arasındaki şiddetli ticarî rekabetler de insanoğlunun ilahî birliği/ahengi gözden kaçırmasına neden olmuştur.

Ondan sonra herhangi bir mutlakıyeti inkâr etmek, insanın kendi kendine yettiğini sanması ve kendini “her şeyin ölçüsü” ilan etmesi moda olmuştu. İnsan toplumu, hem aşkınlığı, hem camiayı hep birden reddederek kendi iradesine göre büyüme ve güç odaklı bireylerle gruplar arasındaki bir çatışma alanına dönüşmüştü.

Batı’nın ilk filozofları olan Atina sofistleri, bize bu maneviyatın ilk formülünü vermişti. “İyi” demişlerdi, “Arzuları tatmin edecek aracın yanı sıra, en güçlü arzulara sahip olmaya bağlıdır”. Açıkçası güçlünün zayıfı ezdiği düzen, bugün “dehşet dengesini” korumanın yanı sıra, gelişmekte kararlı Batı toplumlarını karakterize etmeye devam ediyor. Bu, M.Ö. 5. yüzyılda felsefenin Batı’da doğuşuydu. Bu, Sokrates’i Atina’nın yaklaşan düşüşünden ve kaostan, onun bütün ahlakî çöküşünden insanı koruyabileceğini düşündüğü ahlak bilgisi için yeni dayanaklar aramaya sevk eden bir görevdi. (Sokrates’in) Görmüş olduğu gibi sorun, değer yargılarında bulunmak için bir ilke bulmaktı, sofistler tarafından verilen tesadüfî cevap düzenine karşı koymak için yeterince uygun bir ilke.

Sokrates’in öğrencilerinden biri olan Platon, aynı amaç doğrultusunda erdem ve siyasete dair bilgi arayışını bir bilim mertebesine yükseltmişti. Fakat bu bilim, ona göre sebeplerin ve kavramların zorunlu ve kopmaz bir bağ içinde birbiriyle ilişkilendirilmesinden oluşuyordu.

Bu bilim anlayışı, bayağı/değersiz bilginin keyfi için küçük düşürülen inanca açık kapı bırakmamaktadır. Aşka da kapı aralamamaktadır/yer vermemektedir. “Platonik aşk” denilen bu şey, diğer kişileri değil, topyekûn hakikatin entelektüel arayışını sevmektir ve güzelliğe yer vermemektedir. Hatta Platon şairleri ideal devletten kovmak istemiştir. Çünkü onların yaratıcı hayal gücü, Platon tarafından kurulu düzen adına bir tehdit olarak görülmüştür. İnsanı en soylu hasletlerden (inanç, aşk, güzellik gibi) mahrum bırakan bu indirgemeci akıl anlayışı, ruhu bedenden, duyumsal olanı düşünülür olandan köktenci bir şekilde ayırmıştır. Ve bu hâlâ Batı felsefesinin en belirleyici özelliğidir.

İnsanı aslî hasletlerinden, yani aşk, güzellik ve inançtan mahrum bırakan Yunan felsefî düşüncesi, bir tür topal akılcılıktır. Felsefenin ruh ve vücut, duyusal ve düşünsel düalizmi, Platon ve Aristoteles’ten beri Batı düşüncesine kısırlık getirmektedir. Dahası bu, İbn Meymun’un (Maimonides) elindeki Musevilikle St. Thomas Aquinas aracılığıyla Hristiyanlıkla ve İbni Rüşd’ün elindeki İslam’la yaptığı gibi, onu Yunan felsefesinin çerçevesine sokuyor gibi yaparak dini güçsüzleştirmiştir.

Batı’nın, bağlarını bu indirgemeci akıl anlayışından koparabildiği bir zaman oldu. O an geldiğinde, Kurtuba’nın İslam Üniversitesi’nden, 10. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar Avrupa’nın üzerine yeni bir güneş doğmuştu. Bu İslamî görüşte akıl, bütün boyutlarıyla düşünülmüş ve savunulmuştu.

İlkin doğa bilimleri bilimsel metodu geliştirmiş ve bunun vasıtasıyla Arap-İslam düşüncesini spekülatif Yunan düşüncesinden koparmayı başarmıştı. Bu bilim Avrupa Ortaçağına taşındığında skolastik felsefeyi de yozlaştırmıştı. İslamî deney ve matematik bilimleri, Müslümanların zarurî nedensellik zinciri içindeki şeyler arasındaki ilişkilerin yeni bir düzenini keşfetmesini sağlamıştır. Sebepler üzerinde çalışan bilime karşı “amaçları inceleyen” İslam felsefesi, Kur’an öğretisi ile aynı doğrultuda, ilahî mevcudiyet ve hareketin bir işareti olan her nesne ve her olayın rolünü biçebilmiş, ilahî bir düzen içerisinde gerçekleşen olayları ve şeyleri belirleyerek hayata anlam ve amacını yeniden kazandıran bir düşünce tarzı oluşturabilmiştir.


İnanç, Müslümanlar tarafından akla yahut bilime getirilen bir kısıtlama olarak anlaşılmamış, aksine onların bekasını ve mükemmeliğini sağlamıştı. Sebepten etkiye, etkiden yeni bir sebebe taşınarak bilim asla bir ilke ve tatmin edici bir sebebe ulaşamamıştır. Aynı şekilde felsefe de sondan sona ve amaçtan amaca taşınarak asla kendi kendine bir sonuca veya amaca varamamıştır. Her ikisi de yerinde bir şekilde uygulanmak için inancın varlığını talep eder ki hudutlarını bilsinler. Bu bağlamda bilimsel ve ahlakî araştırma ve varsayımlar göz önüne alındığında, inancı pekâlâ bilim ve bilgeliğin sonucu olarak görebiliriz. Aslında inanç, hudutları ve limitleri olmayan akıldır.

Müslümanların bu ilerlemelerinin karşısında Batı, İslam’ın sağladığı yeni ışığı takip etmek yerine ayrılma yoluna gitmişti. Batı’nın bu kopuşunun altı Bacon, Descartes ve Auguste Comte tarafından çizilmiştir.

Batı’da, doğa bilimlerinde deneysel yöntemin babası olarak görülen Roger Bacon, başlıca eserinde, Kurtuba’da öğrenim gören İbn-i Heysem’in “Optik”inin (Kitab el-Menazır) bir çevirisinden yararlandığını kabul etmiş ve bununla birlikte deneysel bilimi, ahlak ve inancın da dâhil olduğu ilmin İslam mirasından ayırmıştı.

Aynı şekilde Descartes, insanın, aklın nüfuz alanından ahlak ve inanç sorununu ayırması gerektiğini kat’î bir şekilde duyurmuştu. Akla dair bu eksiltilmiş görüşe göre, ereklerin ya da amaçların ve aşkınlığın akılla hiçbir irtibatı yoktur. Descartes, “28. Meditasyon”unda, Tanrı’yı sorgulamanın boşuna olduğunu yazmıştır. İnsan sadece Tanrı’nın bir şeyi nasıl yaptığını sormalıdır. Batı, Descartes’den beri “neden” sorusunu sormayı bırakmıştır. İlgilendiği, sadece bir şeyin “nasıl” olduğudur. Soru, “Bir atom bombası nasıl yapılır?” şeklindedir, asla “İnsan neden bir atom bombası yapmalıdır?” değil.

Aşkınlığa gelince, biri “Düşünüyorum, öyleyse varım” önermesinin nihaî kanıtını bulmak için varmış gibi yaptığında ve herhangi bir nesnenin var oluşu, tümdengelen uslamlamanın bir zinciri yoluyla o temelden uzaklaşan bir muhakeme sürecinin kuyruğuna takılması gerekiyormuş gibi yaptığında gerekçe ve zeminini kaybetmektedir. Doğrusu aşkınlık, Tanrı’nın varlığına dair öne sürülen bu aşağılayıcı kanıt şu anlama gelir ki insan, -Tanrı dâhil- tüm gerçek şeylerin varlığını varsayımsal bir varlık gerçekliğine yükseltilmiş bir düşünsel gerçeklikten çıkarabilir; böylece aşkınlık, sonsuza değin kaybolmuştur. Allah’ın varlığı mantıksal aklın bir sonucu olabildiğinde, vahiy ve iman için öne sürdüğü tüm iddiası da böylece beyhude ve işe yaramaz bir hale gelir.

Batı düşüncesinin bu çizgisi Auguste Comte’un pozitivizmine yol açmıştır. Pozitivizm ya da duygular yoluyla algılanmayan yahut matematikle ölçülmeyen hiçbir şeyin gerçekliğinin kabul edilmemesi, “modern bilim” ya da “Batı bilimi” adı altında anılan tüm bunların zımnî önermesi haline gelir. Bu tutum ne yazık ki Comte’den beridir de tüm beşerî bilimlere (insan ve toplum bilimlerine) yayılmıştır. Bunların hepsi, nihaî dayanak noktası, fizik, kimya ve biyolojinin üzerinde çalıştığı amaçlardan farklı olmayan, doğanın diğer amacı olan insana bel bağlarlar.

Bu pozitivizmin üç önerisi vardır: 1-Bütün bilimsel gerçekler, doğal gerçekliğin kesin ve belirli bir kopyası olarak bilimin temel kavramlarından herhangi birinin şüphe götürmesini imkânsızlaştırır. Bilginin gelişme kaydetmesi dolayısıyla bu gerçeklerin birikimidir. 2-Her gerçek, -ister doğal olsun, ister insanî- fiziğin ve matematiğin ideal paradigma olduğu tek ve aynı yöntem aracığıyla incelenmeye yatkındır. 3-Ahlakî, siyasî ve toplumsal bütün sorunlar aynı yöntemle çözülebilir hale gelir.

Bu önermeler ile bilim “bilimcilik”, teknoloji “teknokrasi” ve siyaset “Makyavelcilik” olmuştur. Bu bilimin pozitivist anlayışının dezavantajları, bu yöntem insan bilimlerine uygulandığında özellikle artmıştır. Nesnelerinin özgünlüğünü hesaba katmadıklarından ötürü onlara bilim denmez. Onlar, şeylerin bilgi ve manipülasyonuna uygun olan metotları insana uygularlar.

Bu acemiliğin tipik bir örneği de Batı ekonomisidir. Bu, bir bilim değil, ancak insanı hayvanmış gibi gören, bilinen bir toplumsal sistemin gerekçesine ait bir ideolojidir. Sözde klasik iktisat Batı’nın bütün üniversitelerinde okutuldu ve maalesef başka yerlerde de matematiksel denklemleri onun temel aksiyomlarının arkasına gizledi. Bu aksiyom, insanın sadece malların bir üreticisi ve tüketicisi olduğu ve yalnızca kendi çıkarlarınca yönlendirildiğidir. Homo-economicus olarak öne sürülen Batı’daki insan kavramı, İslam’daki insan kavramının tam tersidir.

Oğlumuzu ve kızımızı okuması için Batı’ya ne zaman göndersek, onları bilmeden militan ateizmini öğrenmeye göndermiş oluruz. Biri insanı soyutladığında ve onu özgünlüğünden, aşkın boyutlarından, ahlak ve değerlerinden ayırdığında, ekonomiyi bilimsel olarak düşünmek mümkün değildir. Öğrencilerimize günümüzde bilginin bu üzücü durumuna karşı kendilerini savunmaları için entelektüel silahlar vermemiz de İsmail Al-Faruqi’nin “disiplinlerin İslamlaşması” dediği şeydir.

Aslında 20. yüzyılın tüm değişimleri, pozitivist bilimin yanlış önerme ve varsayımlarını kanıtlamaktadır. Doğa bilimlerinde görelilik ve kuantum teorisinin ortaya çıkmasından bu yana, bir kez zamanın ve mekânın, determinizmin (belirlemecilik), enerji-madde ilişkisinin, bilginin nesnesi olan konunun ebediliği ve gerekliliği ortaya konuldu mu? Değişimler, tartışmalı tüm kavramları betimler olmuştur.

Siyaset, diğer bir deyişle tarih yazarken, atom (nükleer) silahları ve uzayın istilası bir yanda, kolonicilik diğer yanda, o etki alanında eskiden gerekli ve dokunulmaz olan tüm değerler sorgulanır hale getirilmiştir. Aynı ölçüde sorgulama, milletlerin ve orduların, nizamın ve devrimin, doğrusu gelişimi ile tüm Batı’nın, onun hegemonyasının ve kültürünün yanlış evrenselciliğinin değerleri haline gelmiştir.

Atom silahları ve uzayın fethinin çifte başarısı “mutlak silahları” doğurmuştur. Yani dünya üzerindeki herhangi bir yerden ateşlenen füzenin herhangi bir nesneye isabet etme olasılığı yahut mevcut silah stoku ile dünyayı ve tüm yaşamı yok etme ihtimali, Hiroşima’ya düşen bombaya bir milyon kere eşittir.

Dengesizlik, etlerin ve yağların buzdolaplarında saklandığı Birleşik Devletler ve Avrupa ile milyonlarca insanın açlık ve kötü beslenmeden öldüğü sözde üçüncü dünya ülkeleri arasında büyümekte, hatta şaşılacak/çok büyük hale gelmektedir. Bu iki örnek, diğerlerinin yanında, 500 yıllık Batı hegemonyasının ardından yine Batı kültürünün mantıksal kabullerine veya onun kendine özgü büyüme ve gelişme anlayışına teslim olmak, bütün dünyayı intiharın eşiğine getirmiştir ve hâlâ getirmektedir.

İslam, Kurtuba ve Medine’de yaptığı gibi dünyaya değişik bir gelecek sağlayabilir. Bunu, aşkınlığın ve ümmetin ebedî ve ezelî mesajı yoluyla böyle yapabilir. Aslında İslam, Batı hâkimiyetinin ölümcül kabullerine etkili bir biçimde karşı koyabilecek tek inançtır. Pozitivizme karşı bizlere aşkınlığı, bireyselliğe karşı da ümmet bilincini verir.

Bugün İslam, 7 ve 8. yüzyılda en gözde olduğu zamandan çok daha fazla yayılma imkânına sahip. Fakat İslam, diğerleri arasında bir din olarak sunulmamalıdır. Daha doğrusu İslam, dünyayı idame ettiren inancın yakınsama noktası olarak, o ideal inanca doğru yönlendiren bütün güçlerin doruk noktası olarak görülmelidir.

(Devam edecek…)

 

Roger Garaudy’e ait ve iki bölüm haline yayınlayacağımız bu makale, 1985 yılında, American Journal of Islamic Social Sciences (AJISS) dergisinde yayımlanmıştır.

Roger Garaudy, 17 Temmuz 1913 doğumlu Fransız bir düşünür ve yazardır. 1952 yılında Sorbonne Üniversitesi'nden edebiyat dalında, 1954 yılında da SSCB Bilimler Akademisi'nden bilim dalında doktor unvanı almıştır. 1956'da Komünist Partisi Siyasî Büro Şefi olmuş, Marksist Araştırma ve İncelemeler Enstitüsü'nün müdürlüğünü yapmıştır. Marksist felsefeyi çeşitli yönleriyle araştıran çok sayıda eser yayınlamıştır. Fransa Parlamentosu’nda milletvekilliği, Meclis Başkan Yardımcılığı, Milli Eğitim Komisyonu üyesi ve senatör olarak da görev yapan Garaudy, emeklilik yıllarını araştırmalara ve yazmaya ayırmıştır. Dinsiz bir anne babanın çocuğu olan Garaudy, Katolik Komünisttir. Marksist felsefe ve komünizm üzerine yaptığı araştırmalar dünyada çok ses getirirken, o, 1982 yılında, 69 yaşında iken İslam’ı tercih etmiştir. Müslüman olduktan sonra da çalışmalarına devam eden Garaudy, sonraki yıllarda Yahudi soykırımının olmadığını savunmuştur. 13 Haziran 2012’de, Paris’te yaşamını yitiren Garaudy, 60 kitap ve çok sayıda makaleye imza atmıştır.