İSLAM, dünyayı askerî
kahramanlıklarla fethetmiş değildir. Aksine, dünya üzerindeki zaferini
parçalanmış imparatorluklarda yaşayan kitlelere yaşatarak yeni bir hayat
kurmaları için yeni bir amaç sunan kültürel bir devrim yoluyla
gerçekleştirmiştir.
Peygamber
(s.a.v.) asla yeni bir din yarattığını iddia etmemiştir. Aksine O, bütün
insanları, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’den başlayarak, tüm Haniflerin
yaptığı gibi dünya üzerinde ilahî planı tahakkuk ettirmek amacı ile Allah’a
itaat etmeye çağırmıştır.
Allah,
insanlara “doğru yolu” göstermeleri amacıyla peygamberler gönderdiğinde,
milyonlara ulaşıp ikna etmeye muktedir olanları seçti. Bunu her kültür düzeyini
ve ona uygun lisanı düşünerek böyle yaptı. Allah (c.c.), ne hukuk doktorlarını
yahut filozları, ne İbn-i Meymun’u, ne de St. Thomas Aquinas’ı mesaj iletmesi
için gönderdi. Amos gibi bir çobanı, İsa (a.s.) gibi bir marangozu, Muhammed
(s.a.v.) gibi okumamış bir tüccarı gönderdi. Onları bir ansiklopedinin bütün
bilimini iletmekle de görevlendirmedi. Allah peygamberlerini, cahiller de dâhil
tüm insanlara hayatın anlamını öğretmeleri, Allah’ın takdirine teslimiyete
çağırmaları, Allah’ın dünyadaki vekilleri (halife) olarak sorumluluklarını
yerine getirmeleri için göndermiştir.
Başlangıçta
var olan İslam, Bizans ve Yunan’dan İran ve Hindistan’a kadar bütün insanların
kültürlerine nasıl uyum sağlayacağını gayet iyi biliyordu. Bunu çok yaratıcı ve
seçici bir şekilde yapıyor, fakat kendisiyle çelişen unsurları da eleştirmekten
geri durmuyordu. Bu yüzyılda da yaşam, dinamik İslam ile aynı şekilde
olmalıdır. Biz Müslümanlar, atalarımızın yaptığı gibi aynı yaratıcı çabayı
göstermeliyiz.
Doğa
bilimleriyle ilgili sorun, günümüzde “teknolojinin transferidir”. Bu
transferler, göründüğü kadar masum değillerdir. Bunlar, zaman zaman Müslüman
dünyasına Batı’nın hayat ve düşünce tarzını getirir, her durumda Müslümanların
Batı'ya, Batı'nın araştırma merkezlerine, uzman ve profesyonel kadrolarına
bağlılığını sürdürmesine yardımcı olur, Müslümanların gelişmesinin gelecekteki
yönünü belirler ve Müslüman ülkeleri Batı bilim ve teknolojisinin altında yatan
Batı felsefesine bağımlı kılarlar. Bu yüzden de diğer tüm alanlarda olduğu gibi
bu alanda da şu iki hatadan kaçınmak son derece önemlidir: “Batı’yı gözü kapalı
taklit etmek ve Batılı olan her şeyi tamamıyla reddetmek.” Batı’nın bilim ve
teknolojisini seçici, yaratıcı ve eleştirel olarak benimsemeliyiz.
İlk
olarak, benimseme sürecimiz seçici olmalıdır. Batılı ülkeler, bilim ve
teknolojilerini kendilerine özgü ihtiyaçlar, kendilerine özgü tarihsel durumlar
ve yaşam tarzlarına göre geliştirmişlerdir. Bu bahsi geçen konular dünyanın her
yerinde aynı değildir. Örneğin endüstriyel bir teknolojide en büyük önceliğin
her zaman iş kaynaklarına göre belirlenip belirlenmeyeceği hususu varılabilecek
kesin bir yargı değildir. Aynı durum, tıp ve eczacılık alanlarında da
geçerlidir.
Batılı
insanlar, kendine özgü yaşam ritimlerine ve beslenme alışkanlıklarına sahiptirler.
Bu özel koşullar, Batı’da önceliğin kardiyovasküler hastalıklara verildiğini ve
Batılı yaşam koşullarının getirdiği sinir atakları ve gerginliklerinin
sakinleştiricilere ihtiyaç duyduğuna işarettir. Nüfusun büyük çoğunluğunun
yetersiz beslendiği ve çiftçilik yapıp kırsal alanlarda yaşadığı bölgelerde
elbette tıbbî ve eczacılığa dair araştırmalar ile hastane ihtiyaçları farklı
olacaktır.
İkinci
olarak, bilim ve teknolojiyi benimseme sürecimiz eleştirel olmalıdır. Teknolojinin
transfer edilmesi her zaman yaşam ve düşünce kalıbını, gelişme mantalitesini ve
inancın panzehri olan pozitivizm felsefesinin üstü kapalı olarak benimsenmesini
gerektirir. Bu da beraberinde ümmetin sosyal dokusuna bireysel bir hasar
oluşumunu getirmektedir. Bu olgu, özellikle de Müslüman dünyasına filmler,
televizyon dizileri, kitaplar ve diğer yayınların ithal edildiği durumlarda
daha da bariz bir hal almaktadır. Hollywood’un da modernizmden değil,
çarpıklıktan oluştuğunu unutmamak gerekir. Bu, yaşamın parçalanmasıdır. Amerika
ve İsveç gibi en “gelişmiş” ve en zengin ülkelerin en yüksek “genç yaşta
intihar etme oranına” sahip olduğu gerçeği kesinlikle tesadüfî değildir. Bu tür
ülkelerde insanlar ölüme yönelmektedir, çünkü yaşamak için hiçbir amaçları
yoktur. İnsanlığı eğitecek olan insanlar bunlar olabilir mi?
Hâlâ
Fransız kültürünün etkisi altında olan Mağrip kentlerini gezdiğimde, insanların
bana insanlığın geleceğine hiçbir katkısı olmayan Batılı varoluşçular, Batılı
yapısalcılar -sözde yeni filozofla hakkında soru sormaları beni gerçekten
üzmüştür.
İlk
ve son olarak tekrar edelim: Modernleşme, Batılılaşma demek değildir. Bu, biz
Müslümanların Batı’dan öğreneceği hiçbir şey olmadığı anlamına da gelmemektedir.
Örneğin Müslüman bir kişi Immanuel Kant ve öğrencilerinden “söyledikleri her
şeyin Tanrı, doğa ve insanoğlu ile ilgili olduğu, tarihin insanî bir olgu
olduğunu ve eleştiri ve revizyona açık olduğu ve yine tarihin göreceli ve
koşullara bağlı bir kavram olduğunu” öğrendiği zaman, bu kişi insanlık hakkında
çok büyük bir gerçeği öğrenmiş olur. Bu gerçek, Müslümanların insanlığa katkıda
bulunmuş olduğu “Kur’an’ın bizzat Tanrı tarafından indirilmesine rağmen O’nu
okuyan, anlayan ve yorumlayanın insanlar olduğu” gerçeğinin diğer bir yüzüdür.
İnsanların
yorumları asla Tanrı’nın sözleri ile aynı olamaz. İnsanlar tarihin, kendi
sorunları ve ihtiyaçlarının, içinde bulundukları zaman ve çevrenin ürünleridirler.
Bu yüzden de neyin insanî ve göreceli, neyin ilahî ve ebedî olduğunu ayırt edebilmek
her zaman zor bir görev olacaktır.
Üçüncü olarak, Batı’nın bilim ve teknolojisini benimseme süreci yaratıcı olmalıdır. Her bir ülke ve bölgenin kendine has ihtiyaçları için bilimsel ve teknolojik gelişmenin yepyeni alanları geliştirilmeli ve bu alanlar ilgili bölgenin yerel kaynakları ile beslenmelidir. Enerji kaynağı veya havyan yetiştiriciliği için yapay besin stoğu üretimi de olsa Amerika’nın bu endüstriler üzerindeki tekeli kesinlikle kaldırılmalıdır. Bu yüzden de İslam’ın modern dünyada yayılabilmesi için yeni bir “felsefe” üretmemize gerek yoktur. Bu tür bir girişim, Yunan geleneklerinden ya da Hristiyanlığın sistematik ve skolastik teolojisinden alınmış ve Ortaçağ’dakinden hiç de farklı olmayan bir felsefe üretilmesi riskini taşımaktadır.
Yine
aynı şekilde, önceki çağların sosyal sorunlarını çözmek için tasarlanmış kanun
kitapları ile ilgili birbiri ardınca sonu gelmeyen yorumlar yapmamız için de
hiçbir gerek yoktur. Her halükârda, eski kitaplarda kendi yaratıcı ve taze
düşüncelerimizle katkı sağlamamızı engelleyecek hiçbir durum yoktur.
Naçizane
fikrime göre Müslümanların günümüzde karşı karşıya kaldıkları en zor görev,
İslam’ın vermek istediği mesajın görkemli sadeliği yeniden keşfetmek ve bu
mesajı Batı’nın, insanlığın kaybetmesine neden olduğu değerler bütününü geri
kazanmak adına yeni yüzyılda sunmaktır. Gelecek nesillerin yararına, İslam’ın “dünyanın
ve tarihin bir amacı olduğu ve tek bir bütünden oluştuğu” görüşünü anımsatmamız
gerekmektedir. Tıpkı Seyyidina İbrahim’in yaptığı gibi, Tanrı’nın çağrısına
koşulsuz itaatimiz aracılığı ile bu anlamı ve bütünlüğü bizzat fark etmek
kesinlikle her birimizin bireysel görevidir.
Felsefenin
konu aldığı kadarıyla Müslümanların günümüzde sahip olduğu temel sorun,
Müslümanları geçmişte doğru yoldan saptıran, Rönesans’tan beri modern Batı’ya
hâkim olan, insanlığın kendi önemi hakkındaki şüpheleri arttıran ve kendisini
çaresizliğe sürükleyen Aristoteles ve Yunan felsefesini İslamî görüş ile
birleştirmek değildir.
Tam
tersine, günümüzde Müslüman bir düşünürün Batı felsefesinden öğrenmesi gereken
tek şey, Sokrates’ten Galileo’ya, Kant’tan Husserl’e kadar, bu felsefenin
aslında temel özü olan eleştirel metodolojidir.
Müslüman
düşünürün, insan düşüncesinin ilk kez hayatın temel gerçeklerini (1-İnsanın
Tanrı’yla, diğer insanlarla ve doğayla olan ilişkisi ve 2-Yaşamın, ölümün,
tarihin ve bunların Allah’ın takdiri ve emirleri olduğu için sahip olduğu
önemin anlamını) kavradığı zaman, Batı’nın ilk “kopuş” dönemine (M.Ö. 6.
yüzyıl) geri dönmesi gerekmektedir. Bu tarz bir bilim, felsefe ve akıl, aynı
konulardaki açığa vurmaları ya da ihtiyaçlarımızı imkânsız hale getirmez, aksine
bunları çağrıştırır ve hem belirtileri, hem de sınırlarını göstermesini
ister.
En
yüksek geleneklere duyulan sadakat çerçevesinde İslam inancı ve kültürü,
diğerlerinden bir şeyler öğrenmek korkusu ile kendisini dış dünyadan
soyutlamaz. Bunun sonucu, sadece ayrım ve bağnazlık olur. Aslında İslam inanışı
ve kültürü, sadece Batı’ya karşı olan açık görüşlülüğü değil, tüm insanlığa ve
evrene olan açık görüşlülüğü ile zenginleştirilebilir ve modernleştirilebilir.
Nihaî
ve en önemli sonucumuza gelelim…
Dileğimiz,
diğer pek çok inanış arasında İslam’ın tek bir din olarak sunulması değil, bundan
ziyade İslam’ı sadece bir din değil, başlangıçtan beri var olan bir inanış,
diğer tüm ifşaların zirvesi, sonucu ve doruk noktası olarak sunmayı amaçlamaktır.
Kur’an’da Allah, bize tüm peygamberleri onurlandırmamızı emretmiştir.
Örneğin
muazzam ve ilahî bir güce sahip olan bu Kitap’a inanan insanlara bir Müslümanın
aktarması gereken mesaj, Kur’an’ın daha önceki inanışları anladığı ve saygı
duyduğudur. Bu mesaj, her zaman Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ilahî vahiylerindeki
geleneğin akideleşmesini göstermelidir. Diğer dinler hakkında bilgi sahibi olmak,
biz Müslümanlar için bir görevdir. Asya ve Yakın Doğu topraklarında yaşayan
herhangi bir Müslüman, eski Hindu kutsal metinlerindeki Vedalara ve
Upanişadlara, Taoizmin ilk bilgelerine, Buda öğretilerine, Heraklitos ve
Zoroaster ya da Jeremiah ve İsa’ya nasıl yabancı kalabilir? Tüm bu kökenlerin
efendisine nasıl böyle bir şeyi emretme hatasında bulunabilir? Bu ilahî
mesajlar takipçileri tarafından nasıl bozulabilir ya da saptırılabilir? Ya da
Kur’an, kendinden önce gelenlerin en iyi taraflarını tüm insanlığın yararına
nasıl saklayabilir? Hatta Müslümanlar nasıl Kur’an’a ait vahiylerin
kendilerinden önce gelen özlerle birlikte en mükemmel şeklini yansıttığı
gerçeğini aktarma konusunda başarısız olabilir?
Günümüzde
Müslüman düşünürlerin karşı kaşıya olduğu en büyük tehlike, yanlış bir kendine
yeterlik, zafer gösterileri ya da kendini soyutlama gibi yanlış olgulara yenik
düşmektir. İnancımıza ait gerçekliğin kesinliği ve kanaati ise kesinlikle
diğerlerini görmezden gelmekten değil, aksine diğer tüm inanışları bilmekten
gelmelidir. Tüm bu tehlikelerin üstesinden gelebilirsek, Müslüman olmayan
birinin İslam’a geçmesinin, kendi geleneklerinden ve geçmişinden kopması ve
uzaklaşması değil, tüm geçmiş ve geleneklerini yüceltmesi anlamına geldiğini
gösterebiliriz. Davetimizin süregelme koşullarından ilki budur: “Her bir bireye
bu ilahî hakikatin ve dinî yaşamın canlı süregeliş bilincini anlatmak.”
İkinci
koşul ise, kendimize Batı’nın çözemeyeceği sorunları bizim çözebileceğimizi
kanıtlamaktır. Yeni gelişim ve kalkınma formları keşfetmeli, insanların
çöküşüne değil de insanlığın filizlenmesine yol açabilecek bir kültür
oluşturmalıyız. Bunu yapabilmek için de hayatî önem taşıyan konu, Tanrı’nın Kur’an’daki
sözlerini ölmüş insanların -diğer bir deyişle belki de doğru yolu bulabilmiş,
ancak sadece kendi zamanının ve yöresinin sorunlarını çözmekten öteye gitmemiş
kişilerin- gözlerinden okumak değildir.
Kur’an’ı,
kendi sorunlarımızın çözümlerine odaklanmış gözlerimiz, dünya üzerinde Allah’ın
kulları olarak sorumluluklarımızı yerine getirmeye kararlı akıl ve isteklerimiz
ile okumalıyız. Kısacası kendi problemlerimize Kur’an’ın ebedî ışığı
doğrultusunda çözümler bulmalıyız. Atalarımıza sadık olmak, onların yaktıkları
ateşin küllerini muhafaza etmek değil, bu ateşin alevini nesillere aktarmaktır.
Roger
Garaudy’e ait ve ikinci bölümünü yayınladığımız
bu makale, 1985 yılında, American Journal
of Islamic Social Sciences (AJISS) dergisinde yayımlanmıştır.
Roger
Garaudy, 17 Temmuz 1913 doğumlu Fransız bir düşünür ve yazardır. 1952 yılında
Sorbonne Üniversitesi'nden edebiyat dalında, 1954 yılında da SSCB Bilimler
Akademisi'nden bilim dalında doktor unvanı almıştır. 1956'da Komünist Partisi
Siyasî Büro Şefi olmuş, Marksist Araştırma ve İncelemeler Enstitüsü'nün
müdürlüğünü yapmıştır. Marksist felsefeyi çeşitli yönleriyle araştıran çok
sayıda eser yayınlamıştır. Fransa Parlamentosu’nda milletvekilliği, Meclis
Başkan Yardımcılığı, Milli Eğitim Komisyonu üyesi ve senatör olarak da görev
yapan Garaudy, emeklilik yıllarını araştırmalara ve yazmaya ayırmıştır. Dinsiz
bir anne babanın çocuğu olan Garaudy, Katolik Komünisttir. Marksist felsefe ve
komünizm üzerine yaptığı araştırmalar dünyada çok ses getirirken, o, 1982 yılında,
69 yaşında iken İslam’ı tercih etmiştir. Müslüman olduktan sonra da
çalışmalarına devam eden Garaudy, sonraki yıllarda Yahudi soykırımının
olmadığını savunmuştur. 13 Haziran 2012’de, Paris’te yaşamını yitiren Garaudy,
60 kitap ve çok sayıda makaleye imza atmıştır.