BU yazımızda
Demokrat Parti’nin hangi sosyolojik ve psikolojik süreçte iktidardan
uzaklaştırıldığını, milletin oylarıyla iktidara gelen partinin egemen güçlerce
nasıl gayr-ı meşru duruma düşürüldüğünü ortaya koyacağız.
Demokrat Parti 14 Mayıs
1950’de iktidara geldiğinde her yönüyle harabeye dönmüş bir ülke enkazıyla
karşı karşıya kalmıştı. Her türlü hürriyetin yok edildiği, ekonomik anlamda
insanların açlık ve sefalete mahkûm olduğu, hattâ Türk insanının ortalama
ömrünün 50’li yaşlara gerilediği tam bir yangın yeriydi Türkiye. Demokrat Parti
(tıpkı kendisinden sonra Adalet Partisi, ANAP ve AK Parti’nin yaptığı gibi)
önce ekonomiye el attı.
Demokrat Parti ekonomik
gelişmeyle dünya literatürüne girmişti
27 Mayıs darbecisi Yüzbaşı
Numan Esin’in itiraf ettiği üzere, Demokrat Parti 1950-1954 yılları arasında
başarılı bir ekonomik icraat yaptı. Liberal bir ekonomik politika takip etti.
Köylüyü, tarımı destekledi. Tarıma teknolojiyi getiren bir politika izledi.
Karayolları çalışması yaptı. Sanayileşmenin ilk adımlarını attı. Millî gelirde
yüzde 8-9’luk artışlar ortaya çıktı.
Ekonomi dergisi Capital’in dosya araştırmasına göre 1950-1953 döneminde ekonomi, 4 yıl üst
üste hızlı büyümeyi başarmıştı. Ki bu, Türkiye tarihinde bir ilkti. Söz konusu
dönemde ekonomi toplam olarak yüzde 53,6 oranında büyüdü. 1953 yılında her
vatandaşımız 1949 yılına göre yüzde 38,5 oranında daha zengindi.
Türkiye, 1950’li yılların
ikinci yarısında, dünyada yüzde 7 büyüme performansı ile dünya literatürüne
geçmişti. Tevfik Çavdar’ın araştırmasına göre, 1948 yılında Türkiye’de traktör
sayısı bin 750 idi. Bu sayı 1952’de 13 bin 450’ye, 1955’te 31 bin 200’e
yükselmişti. Ayrıca ülkenin en ücra köşesine yollar yapılmış, üretici çoğunluğa
pazar kapıları açılmıştı.
1954’e gelindiğinde, o gün
için nüfusun büyük bölümünün kırsal alanda yaşadığı Türkiye’de ekim sahasının
yüzde 36 arttığını, hububat üretiminin yüzde 24 yükseldiğini, traktörün
getirdiği ekonomik ve sosyal gelişmelerin yaşanmaya başlandığını görüyoruz.
Başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerin modernleştirilmesi, çimento
fabrikaları, çeşitli fabrikalar, yeni karayolları, okullar, hastaneler, sosyal
tesisler yapımı ile ülke bir büyük şantiyeye dönüşür.
Bu zenginlikten tabiî olarak toplumun bütün kesimleri kendi paylarını almışlardı. Maaş yetersizliğinden dolayı kendilerine “gazozcu” denilen, kiralık ev verilmeyen, misafir olacak doğru dürüst orduevleri dahi bulunmayan askerler de bu zenginleşen sınıfa dâhildiler.
CHP’liler kullandıkları genel merkez binasının suyunu dahi ödememekte, bunu da halkın bütçesine yüklemektedirler. CHP’li gazeteci Bedii Faik, bu olaydan CHP elitlerinin nasıl rahatsız olduklarına hatıralarında yer vermiştir.
İmtiyazlarını kaybeden
egemenler rahatsız olmuşlardı
Öyleyse ne olmuştu da
topluma çağ atlatan iktidar partisine, bir korkunç cadı rolü ustaca
giydirilebilmişti?
Bu sorunun cevabı çok
basit ve yalındı: Toplumun egemen kesimleri imtiyazlarını kaybetmeye
başlamışlardı!
Egemenler imtiyazlarını yok
eden Hükûmet’e karşı bu gerekçe ile saldıramayacaklarına göre, tabuları ve
putları devreye sokarak Demokrat Parti’yi gayr-ı meşru duruma düşürme oyununu
vizyona soktular.
Egemenlerin kaybettikleri
ilk imtiyaz, 1946 yılında olduğu gibi Millî Şef İsmet İnönü lehine yönetime müdahale
etme alışkanlığıydı. Zamanın Genelkurmay Başkanı’nın darbe duyguları içinde
olduğu, bunu Millî Şef ile paylaştığı öğrenilince, Hükûmet olaya el koydu. Çünkü
bu sefer askerlerin karşılarında “kendini ev sahibi hisseden” bir ekip vardı.
5 Haziran 1950’de bir
albay, Başvekil Menderes’e 8-9 Haziran gecesi yeni hükûmete karşı bir darbe
yapılacağı ihbarında bulundu. İhbar öncesinde Ankara-Erzurum arasında
kuryelik görevi yapan bir grup askerî uçağın şehir ve köylerden geçerken halkın
İnönü etrafında toparlanmasına yönelik
bildiriler atması, DP’lileri tedirgin etti. Bayar’la görüşen
Menderes, Bakanlar Kurulu’nu toplayarak başta Genelkurmay Başkanı Orgeneral
Abdurrahman Nazif Gürman olmak üzere, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral
İzzet Aksalur, Orgeneral Salih Omurtak, Orgeneral Kazım Orbay ve Orgeneral
Hakkı Akoğuz’u emekliye sevk etti.
Darbeci askerler bu
muameleyi hiç kabullenemediler ve unutmadılar. Onlar hukuk dışında davranıp
sonra da hiçbir müeyyide görmeden yollarına devam edeceklerini sanmışlardı.
Nitekim Emekli General Sabri Yirmibeşoğlu, “DP yönetimi, asker üzerinde büyük yetki kullandı” diyerek bu duyguyu
yıllar sonra açığa vurdu.
Egemenlerin kabullenemediği
bir diğer husus, “Hasolarla Memolarla iktidarı paylaşmak” zorunda kalmalarıydı.
Bu, kabullenilebilecek bir şey değildi. Serdar Turgut’un ifadesiyle,
Demokrat Parti iktidarı döneminde köylü sınıfı ilk kez siyasetin içine
çekilmişti.
Ülkede silahlı bürokrasiyi
oluşturan ve kendilerini Atatürk’e en çok bağlı gören elit grup, Atatürk her ne
kadar “Köylü milletin efendisidir” demiş olsa da Türk seçmenini kalitesiz
olarak niteliyordu. Orgeneral Muhsin Batur aynen şöyle düşünüyordu: “Memleketimizde
seçmenler kalitesizdir. Seçimler ve sonuçları da kalitesiz olmaktadır.
Seçmenlerin büyük çoğunluğu okuryazar bile değildir. Hattâ vergi de
vermemektedir. Bunların seçtiği kimselerden de hayır gelmemektedir.”
Demokratik sistem, teorik
olarak çok güzel bir idare şeklidir. Ne
var ki, nüfusunun yüzde kırkının okuma yazma bilmediği, yüzde yirmisinin bir
köyde doğup, büyüyüp, öldüğü dar dünyalı insanların ve yine nüfusunun büyük bir
kısmının Türkiye meselelerine kendi dar ölçüleri ve belli menfaatleri ile
bakarak oy vermeleri ile beliren ve en önemlisi çeşitli aksaklıklarla dolu bir
seçim kanunu ile meydana gelen parlamentonun durumu, elit sınıfın başlıca
üzüntüsüdür.
Her şeyin oy çoğunluğuyla
olabileceğini sanan Demokrat Parti, halkı şımartıyordu(!).
Eski dönemde her şeye hükmeden onbaşı, “Yönetimin çivisi çıktı. Ocak bucak başkanları, belediye başkanları validen önce geliyor!” diyerek yeni hâli etrafındakilere şikâyet ediyordu.
Egemenlere göre “Devlete
dayanmayan DP’liler kendileri için bir fetiş hâline gelen millî iradeye
dayandıklarını söyleyerek bürokrasiyi yozlaştırıyorlardı”.
Egemenler hem oy çokluğunu
dikkate almıyor, hem de DP ne kadar oy alırsa alsın, muhalefetin daha çok
olduğunu savunuyorlardı. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi iktidara verilmiş oyların
dışında kalan bütün oyları kendilerine ait ilân edip siyâsî mugalata
yapıyorlardı.
Dönemin şâhitlerinden AP eski
milletvekili Cevdet Akçalı, o günkü psikolojiyi şöyle aktarıyor: “Yıl
1957... Demokrat Parti yüzde 45 oy alarak iktidara gelmiş. Onun gayr-ı meşru
olduğunu ilân ediyorlar. Diyorlar ki, ‘DP sadece yüzde 45 oy aldı. Bunun karşısında,
onu istemeyen yüzde 55 seçmen var. Yani DP hükûmeti, meşru bir iktidar değildir’.”
Egemenlerin CHP kliğini
Demokrat Parti’ye karşı en çok harekete geçiren husus, “kendi mülklerini
yabancıların işgal ettiği” psikolojisidir.
O günkü CHP’nin ve onun
liderinin psikolojisini en güzel şekilde Nimet Arzık ifade eder:
“Altında küt burunlu mâkâm otomobili, arkasında
heykelleşmiş emir subayıyla Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Meclis’e geldi. Yetkilerini
yeni Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a devredecekti. CHP, seçimi kaybetmişti. Biraz
sonra muhalefet lideri İsmet İnönü, Meclis’ten çıktı. Arkasında heykelleşmiş
emir subayı yoktu. Bir taksiye bindi, araba meçhul bir yöne doğru hızlandı. Bir
devir kapandı zannettik! Bitmeyen kavga yeniden başlamıştı… Sarayla halkın
kavgası…
(…) İnönü’nün
çevresi, 1950’de, iktidarı kaybetmeyi bir gün, bir saat, bir dakika hazmetmedi.
Seçimin ertesi günü kalkan kılıç saldırıya geçti… ‘Babanızın çiftliğine yabancılar girdi’
zihniyetiyle hep!
Hazineye ait olan ancak CHP tarafından kullanılan tüm
gayr-ı menkullere Demokrat Parti tarafından el konulması bunun için CHP’lileri
âdeta çıldırtmıştı.”
CHP’nin yayın organı Ulus
Gazetesi’nin matbaası ve CHP Genel Merkez Binası da dâhil birçok binaya el
konulup hazineye iade edilince, bu muameleyi bütün ülkeyi ve ülke halkını mülkü
gibi gören CHP’li elitler hiçbir zaman kabullenememişler ve bunun acısını
içlerinde saklamışlardır.
O kadarki CHP’liler
kullandıkları genel merkez binasının suyunu dahi ödememekte, bunu da halkın
bütçesine yüklemektedirler.
CHP’li
gazeteci Bedii Faik, bu olaydan CHP elitlerinin nasıl rahatsız olduklarına
hatıralarında yer vermiştir: “CHP merkez
binasının devlet malı olduğu ve parti tarafından gasp edildiği iddiası şüphesiz
uydurma değildi. Ama DP liderleri böyle bir devlet malı gaspından, yaralı ve
perişan bir partiyi, bu derece hırsla ve kabaca sorumlu tutmak yerine, daha uygun,
daha ılımlı bir yol bulabilirdi! Birkaç gazeteci arkadaş bu konuyu kendisine
açtığımız zaman, Samet Ağaoğlu, arkadaşlarıma beni göstererek, ‘Seçimi
kazandığımızın haftasında, CHP merkezinde su saati olmadığının ve devlet suyunu
hiç para ödemeden senelerdir kullandıklarının belgesini Bedii Faik’e verdiğimi
hatırlıyorum’ diyerek haklılıklarını anlatmaya çalışmıştı.”
1950 yılına kadar CHP Genel Merkezi’nin su parasını bile
millet ödüyordu bir başka ifadeyle…
Egemenlerin CHP kliğinin bir türlü kabullenemediği bir diğer husus ise, artık seçim yoluyla
iktidara gelemeyeceklerine dair kendilerinde kesin bir kanaat oluşmasıdır.
1950’de uğradığı ağır
yenilginin ardından İnönü, bundan sonra iktidarı gayr-ı meşru yoldan elde etmek
için yeni bir süreç başlatır. Artık sahnede iki İnönü vardır. Biri gayr-ı meşru
yollardan darbe plânlayan Millî Şef, diğeri göstermelik olarak muhalefet
manevraları yapan İsmet İnönü…
1945 yılında “zoraki
demokrat” olarak çok partili hayata izin veren Millî Şef, bu açılımdan şikâyet
için kendisine gelen bazı dostlarına ilginç bir misâl verir:
“İngilizler futbol sporuna ilk başladıkları günlerde
ayaklarına rakiplerinin canlarını acıtıcı kasklar giyerler, sert mücadeleler
yaparlardı. Sonra zaman içinde işte böyle normale döndüler. Biz de bir süre
siyâsî mücadeleyi böyle sürdürürüz. Sonra ayağımızdaki kaskları çıkarırız.”
Tarihin ortaya koyduğu
çıplak bir gerçek var ki, o da Millî Şef’in işte bu kaskları ayağından hiçbir
zaman çıkarmadığı, rakiplerini imha etmek, gerekirse yok etmek için hiç
çekinmeden kullandığıdır.
1954 yılına gelindiğinde
ise ihtiraslı ihtiyarın sabrı iyice tükenmiş, evinde yaptığı bir gizli
toplantıda darbenin düğmesine resmen basmıştır. Olayın şâhidi Dr. Lütfi Kırdar,
bu gelişme karşısında donar kalır.
“Konu önümüzdeki seçimlerdi. Cevat Dursunoğlu, DP’nin
milletin içine iyice yerleştiğini, özellikle köylerde Halk Partisi’nin 1950’den
bu yana güç kaybettiğini, seçimle DP’yi yenmenin hayâl olduğunu, ancak ihtilâl
yolu ile yıkılabileceğini anlattıktan sonra, ‘Paşam’ dedi, ‘Bunları süngüden
başka hiçbir şey koltuktan indiremez’.
İsmet Paşa cevap vermedi ve yüzünü Faik Ahmet Barutçu’ya
çevirdi. Belli ki, onun da konuşmasını istiyordu. Barutçu, Dursunoğlu’nun
fikirlerine katılmak istemediğini fakat gerçeğin maalesef bu olduğunu, bir
hükûmet darbesinden veya ihtilâlden başka hiçbir sûrette Demokrat iktidarın
devrilmesinin mümkün görünmediğini söyleyerek konuşmasını bağladı. İsmet Paşa bize
döndü. Biz susmayı tercih ettik. Ben merakla İsmet Paşa’nın ne diyeceğini
bekliyordum.
Paşa ‘Önümüzde seçim var’ dedi, ‘Bütün gücümüzle
saldıracağız ve boş yerlerini kollayacağız. Eğer yine de deviremezsek o zaman (Barutçu ve Dursunoğlu’na baktı) sizin
dediğiniz yolu deneyeceğiz. Fakat tutumlarına bakıyorum da, ben de size
katılma ihtiyacını duyuyorum. Ama kararı seçimden sonra vereceğiz’.”
Darbeciler önce karar
verdiler sonra gerekçelerini uydurdular
Demokrat Parti’nin iktidardan düşürülmesi için yapılan
tertiplerin arkasında işte bu duyguların izdüşümleri vardı!
Peki, ya iktidardayken Demokrat Parti’nin hiç mi
yanlışı yoktu?
Şüphesiz her siyâsî parti gibi Demokrat Parti’nin de
siyaseten yanlışları olmuştu. Ancak bunların hiçbiri Demokrat Parti’yi gayr-ı
meşru duruma düşürecek cinsten konular değildi. Hesabını da ancak ona oy veren
halk sorabilirdi.
Demokrat Parti’ye yapıştırılan gayr-ı meşruluk
iddiaları ise CHP’li kurmayların propagandalarından başka bir şey değildi. Bunlar
darbe kararı vermiş şahısların aradıkları meşruiyet gerekçelerinden ibaretti.
Meselâ daha 1952 yılından itibaren
bazı askerler cunta hücreleri oluşturmaya başlamışlardı bile. Darbeci Yüzbaşı
Muzaffer Özdağ, Harp Okulu’nda bir grup arkadaşıyla Hükûmet’i yıkmak üzere bir
cunta kurmuş ve kan akıtarak yemin etmişlerdi.
Ne kadar manidardır ki, ülkeyi ekonomik anlamda bir derin uçurumdan çıkaran Hükûmet’e karşı bu duyguları taşıyan askerler, “Geçinemiyoruz” diye şikâyete gittikleri İnönü’nün, kendilerine “O zaman subay olmasaydınız” cevabından hiç rahatsızlık duymamışlardı.
CHP’li
propagandacıların Demokrat Parti’yi gayr-ı meşru duruma düşürdüğünü iddia
ettikleri birkaç argümanı irdeleyelim:
Demokrat Parti’nin seçime gitmek
istemediği, bir diktatörlüğe yöneldiği iddiası: Tamamen uydurma olup, Başbakan Menderes, tam
aksine seçimlerin vaktini beklemeyeceğini, bir erken seçim yapılacağını
Eskişehir ve İzmir Mitinglerinde ilân etmişti.
Tahkikat Komisyonları kurularak bazı şahısların
sorgulanması iddiası: Önce şu
soruyu sormak gerekir ki, o günün mevzuatına göre iktidar partisi herhangi bir
konuyu incelemek üzere bir tahkikat komisyonu kurabilir miydi? Bu sorunun
cevabı, “Evet”tir. Çünkü yürürlükteki 1924 Anayasası’na göre bu Meclis değil,
Tahkikat Komisyonu’na aittir ve İstiklâl Mahkemeleri dahi kurup binlerce kişiyi
yargılamıştır. Ne zaman ki Demokrat Parti, ayyuka çıkan darbe söylentilerini
incelemek için Meclis’te Tahkikat Komisyonu kurdu, bu karar darbenin içinde
olan CHP’li kurmayları rahatsız etti. Derhâl Tahkikat Komisyonlarını gayr-ı
meşru ilân ettiler.
Demokrat Parti’nin dini siyasete alet ettiği ve ezanı
Arapçaya çevirdiği iddiası: Demokrat Parti, Tek
Partili yıllar içinde birikmiş halkın dinî inançlarının önündeki bazı engelleri
bir doğal yaklaşımla kaldırmıştır. Meselâ Türk vatandaşlarının Hacca gitmesi
yasakken, bu yasağı kaldırmıştır. Ve bunları yaparken CHP gibi oy avcılığı
düşüncesiyle yapmamıştır.
Hâlbuki CHP, 1946 yılından itibaren din istismarı
sayılacak birçok icraata imza atmış, bu icraatlar dönemin egemenlerini nedense
rahatsız etmemiştir.
Dönemin yakın şâhitlerinin
hatıraları istismar haberleriyle doludur. İşte onlardan birkaç tanesini
aktaralım!
CHP’li
gazeteci Bedii Faik Anlatıyor:
“Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Atatürk devrimlerinden
tavizler vererek, irticaı körüklediğini bas bas bağırmışlar ve bu iddialarını
avuç dolusu muskayı göstererek kanıtlamışlardı. Bu muskalar bir tarafı altı
oklu olmak üzere CHP tarafından düzenlenmiş ve Adana’da halka dağıtılmıştı!
5424 sayılı kanunun değiştirilerek ilâhiyat fakültesi kurulmasına karar verilmesi
tam o günlere rastlar. CHP’li Başbakan Günaltay’ın, ‘İlkokullarda din dersleri
okutturmaya başlayan bir hükûmetin başkanı benim! Bu memlekette Müslümanlara
namazlarını öğretmek, ölülerini yıkamak için, imam-hatip kursları açan bir hükûmetin
de başkanı benim. Ve bu memlekette Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek
için ilâhiyat fakültesi açan bir hükûmetin de başkanı gene benim’ diye
övünmelere geçmesi de hep o günlerdedir.
(...)1950’nin Mart ayının tam başında CHP iktidarı,
tekke ve türbelerin kapatılmasına ait kanunu yürürlükten kaldırıyor ve aynı
günde seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılacağını ilân ediyordu. Çok değil, üç ay önce
aynı CHP, Başbakan Günaltay’ın ağzından, ‘Atatürk inkılaplarının temsilcisi ve
mütevellisi olduğunu’ ilân etmişti ve şimdi 1925’te bizzat Atatürk tarafından
konmasına çok özen gösterilmiş bir yasağı, tuhaf tesadüf, tam seçim tarihiyle
birlikte kaldırdığını ilân ediyordu! Köy enstitülerinin lekelenip
tekmelenmesiyle açılan yoldan imam-hatip kursları gelmiş, arkasından din
görevlilerinin dinî vazife dışında da kisvelerini korumalarında fayda bulan
iddialar sökün etmiş, arkasından da işte tekke ve zaviyelerin açılması kararı
arz-ı endâm eyleyivermiştir! CHP, Şemsettin Günaltay ve arkadaşlarının
başlattıkları ve hızla sürdürdükleri sözde ‘seçmen tavı’ hareketinden artık o
kadar emindir ve seçimi o derece çantasında keklik görmeye başlamıştır ki,
onlardaki bu tavır ve çalım, o günlerde DP moralini de az sarsmamıştır!”
Atatürk’ün
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğini yapmış Hikmet Bayur anlatıyor:
“Atatürk
öldükten sonra biz seçim bölgemize gittik. Bir müddet sonra yani 1-2 ay sonra…
Galiba yeni seçimlerden sonra gittik. Baktım, her mahallede bir Kur’ân kursu
açılmış. Bunlar yoktu eskiden.
Gittim
Ankara’ya, Recep’e dedim ki, ‘Ne hâl bu?’. ‘Ne yapayım?’ dedi. Bunu da İnönü yapmıştır. Bütün bunlar oyları kazanmak için. Demokratlar bunu geliştirdiler. Onlar geliştirince
hücum başladı. Yahu, bunların hiçbirini Demokratlar yapmadı.”
Gelelim
ezan meselesine... Bir kere Demokrat Parti ezanı Türkçeden Arapçaya çevirmemiş,
Türkçe okunma zorunluluğunu kaldırmıştır. İkincisi, bu kanunu CHP ile birlikte
çıkarmıştır.
Onu
da Bedii Faik’ten dinleyelim:
“O meşhur celsede konuşulanları halkın dinlediğini
öğrenir öğrenmez, aleyhte konuşmak için aldıkları sözden hemen bütün CHP’lilerin
vazgeçtiklerini de Avni Doğan Bey’den dinlemişimdir! Sonraları
sıkıştırıldıkları zaman da, hemen bütün CHP’liler, akıllarının, o günlerde
toplanmasını düşündükleri kurultayda olduğu bahanesine yapışmışlardı.”
Ordu ve akademi de zarar
gördü
Yapılan kanlı darbenin
ardından ülkedeki siyaset kurumu ağır zarar görmüş, o gün bugün bu darbenin
travmasını bir türlü üzerinden atamamıştır. Darbede sadece siyaset kurumu değil,
ordu ve üniversite de büyük yara almıştı.
Darbeciler, 232’si general
olmak üzere tam 5 bin subayı, 150 civarında öğretim üyesini görevlerinden
atmışlardır. Çanakkale Savaşı, Türk halkının yetişmiş insan gücünün yok olduğu
bir savaş olarak bilinir. Çanakkale Savaşı’ndan sonra ülkenin askerinin ve
akademisyeninin kırıldığı en büyük zayiatı 27 Mayıs Darbesi ortaya çıkarmıştır.
Nitekim darbeciler geç de
olsa egemenler tarafından kullanıldıklarını anlamışlar ama iş işten çoktan
geçmiştir. Darbeci General Sıtkı Ulay Paşa da nasıl kullanıldıklarını idrak
edenlerdendir. Eski arkadaşlarıyla katıldığı bir yemekte bu aldatılmışlık
duygusunu, kendilerini kullananlara sinkaf ederek ifade eder: “Sıtkı Paşa hislendi, heyecanlandı ve şöyle
bağırdı: ‘Ulan şu Halk Partisi bizi kullandı, kullandı! Paçavra gibi kenara
atıverdi.’”
Bir başka darbeci subay
Binbaşı Orhan Erkanlı da aynı aldatılmışlık duyguları içersindedir: “27 Mayıs’ı herkes istediği gibi yorumluyor,
istismar ediyor veya iftiraların hedefi hâline getiriyordu. 27 Mayıs’ı savunan
kimse kalmamıştı ortalıkta. Bizler yaptığından utanan, pişman olan kişiler hâline
gelmiştik.”
Öte yandan halk, darbeyi
CHP’nin yaptırdığına inanıyordu. Darbeciler tarafından yeni anayasayı yapması
için oluşturulan Kurucu Meclis’in 150 üyesinden 50 üyesi CHP’li, 25 üyesi CKMP’li
olmasına, 75’i ise değişik kuruluş ve organlardan tayinle gelmiş bulunmasına
rağmen, bunların daha çok CHP eğilimli olmaları, ihtilâlin CHP tarafından
yaptırıldığına halkı inandırmaya yetmişti.
“Siz bizim yüz yıllardır
beklediğimiz adamı asmışsınız!”
Halkın darbeye ve darbecilere
bakışını en çarpıcı şekilde özetleyen olay ise, Adalet Partisi Kurucusu
Saadettin Bilgiç’in hatıralarına yansıyan şu trajik diyalogdur:
“Yozgat’ın ücra bir
köşesinde bir köye geldik. Ondan sonra yol devam etmiyordu. Köyün girişinde
55-60 yaşlarında bir vatandaş, kaput gömlek, kaput don, başında bir takke,
boynunda bir çevre yalın ayak, bir çift öküzle düven sürüyordu. Ağa bize
bakmıyordu ve cevap vermiyordu. Sonunda ısrarlarımıza dayanamadı. ‘Ne var, ne
istiyorsunuz?’ diye sorduktan sonra, ‘Siz burada tıkandınız, gidemiyorsunuz,
yolu soracaksınız’ dedi.
‘Evet’ dedik ikimiz
birden. Sanki takkesini geri itiyormuş gibi elini başına götürdü ve geldiğimiz
yola doğru döndü. Bize kim olduğumuzu, niçin geldiğimizi sormadan, ‘Şu yukarıdaki
kemerli köprüyü görüyor musunuz, onun arkasındaki kesme taşlı kubbeli camiyi de
görüyor musunuz?’…
Cevap vermemizi beklemeden
devam etti: ‘O köprü, o cami Alaaddin Keykubat zamanında yapılmış. Bu köy için
yapılmamış. Kayseri-Samsun yolu üzeri diye yapılmış ama zamanla bozulmuş. Biz
716 sene bekledik. Bir gün deve böğürür gibi koca makinalar geldi. Köycek
üşüştük, bu yol yeniden açılıyordu, sevindik. Aradan çok geçmeden bu iş burada
durdu. Sonradan öğrendik ki, siz bu yolu yaptıran adamı asmışsınız. Bakalım biz
kaç yüz sene daha bekleyeceğiz?’
Sözünü kesmeden ekledi: ‘Nereye giderseniz gidin!’