1960 Darbesi’nin 60’ncı yılında: Demokrat Parti’nin iktidardan indirildiği ortam

“O köprü, o cami Alaaddin Keykubat zamanında yapılmış. Bu köy için yapılmamış. Kayseri-Samsun yolu üzeri diye yapılmış ama zamanla bozulmuş. Biz 716 sene bekledik. Bir gün deve böğürür gibi koca makinalar geldi. Köycek üşüştük, bu yol yeniden açılıyordu, sevindik. Aradan çok geçmeden bu iş burada durdu. Sonradan öğrendik ki, siz bu yolu yaptıran adamı asmışsınız. Bakalım biz kaç yüz sene daha bekleyeceğiz?”

BU yazımızda Demokrat Parti’nin hangi sosyolojik ve psikolojik süreçte iktidardan uzaklaştırıldığını, milletin oylarıyla iktidara gelen partinin egemen güçlerce nasıl gayr-ı meşru duruma düşürüldüğünü ortaya koyacağız.

Demokrat Parti 14 Mayıs 1950’de iktidara geldiğinde her yönüyle harabeye dönmüş bir ülke enkazıyla karşı karşıya kalmıştı. Her türlü hürriyetin yok edildiği, ekonomik anlamda insanların açlık ve sefalete mahkûm olduğu, hattâ Türk insanının ortalama ömrünün 50’li yaşlara gerilediği tam bir yangın yeriydi Türkiye. Demokrat Parti (tıpkı kendisinden sonra Adalet Partisi, ANAP ve AK Parti’nin yaptığı gibi) önce ekonomiye el attı.

Demokrat Parti ekonomik gelişmeyle dünya literatürüne girmişti

27 Mayıs darbecisi Yüzbaşı Numan Esin’in itiraf ettiği üzere, Demokrat Parti 1950-1954 yılları arasında başarılı bir ekonomik icraat yaptı. Liberal bir ekonomik politika takip etti. Köylüyü, tarımı destekledi. Tarıma teknolojiyi getiren bir politika izledi. Karayolları çalışması yaptı. Sanayileşmenin ilk adımlarını attı. Millî gelirde yüzde 8-9’luk artışlar ortaya çıktı.

Ekonomi dergisi Capital’in dosya araştırmasına göre 1950-1953 döneminde ekonomi, 4 yıl üst üste hızlı büyümeyi başarmıştı. Ki bu, Türkiye tarihinde bir ilkti. Söz konusu dönemde ekonomi toplam olarak yüzde 53,6 oranında büyüdü. 1953 yılında her vatandaşımız 1949 yılına göre yüzde 38,5 oranında daha zengindi.

Türkiye, 1950’li yılların ikinci yarısında, dünyada yüzde 7 büyüme performansı ile dünya literatürüne geçmişti. Tevfik Çavdar’ın araştırmasına göre, 1948 yılında Türkiye’de traktör sayısı bin 750 idi. Bu sayı 1952’de 13 bin 450’ye, 1955’te 31 bin 200’e yükselmişti. Ayrıca ülkenin en ücra köşesine yollar yapılmış, üretici çoğunluğa pazar kapıları açılmıştı.

1954’e gelindiğinde, o gün için nüfusun büyük bölümünün kırsal alanda yaşadığı Türkiye’de ekim sahasının yüzde 36 arttığını, hububat üretiminin yüzde 24 yükseldiğini, traktörün getirdiği ekonomik ve sosyal gelişmelerin yaşanmaya başlandığını görüyoruz. Başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerin modernleştirilmesi, çimento fabrikaları, çeşitli fabrikalar, yeni karayolları, okullar, hastaneler, sosyal tesisler yapımı ile ülke bir büyük şantiyeye dönüşür.

Bu zenginlikten tabiî olarak toplumun bütün kesimleri kendi paylarını almışlardı. Maaş yetersizliğinden dolayı kendilerine “gazozcu” denilen, kiralık ev verilmeyen, misafir olacak doğru dürüst orduevleri dahi bulunmayan askerler de bu zenginleşen sınıfa dâhildiler.

CHP’liler kullandıkları genel merkez binasının suyunu dahi ödememekte, bunu da halkın bütçesine yüklemektedirler. CHP’li gazeteci Bedii Faik, bu olaydan CHP elitlerinin nasıl rahatsız olduklarına hatıralarında yer vermiştir.

İmtiyazlarını kaybeden egemenler rahatsız olmuşlardı

Öyleyse ne olmuştu da topluma çağ atlatan iktidar partisine, bir korkunç cadı rolü ustaca giydirilebilmişti?

Bu sorunun cevabı çok basit ve yalındı: Toplumun egemen kesimleri imtiyazlarını kaybetmeye başlamışlardı!

Egemenler imtiyazlarını yok eden Hükûmet’e karşı bu gerekçe ile saldıramayacaklarına göre, tabuları ve putları devreye sokarak Demokrat Parti’yi gayr-ı meşru duruma düşürme oyununu vizyona soktular.

Egemenlerin kaybettikleri ilk imtiyaz, 1946 yılında olduğu gibi Millî Şef İsmet İnönü lehine yönetime müdahale etme alışkanlığıydı. Zamanın Genelkurmay Başkanı’nın darbe duyguları içinde olduğu, bunu Millî Şef ile paylaştığı öğrenilince, Hükûmet olaya el koydu. Çünkü bu sefer askerlerin karşılarında “kendini ev sahibi hisseden” bir ekip vardı.

5 Haziran 1950’de bir albay, Başvekil Menderes’e 8-9 Haziran gecesi yeni hükûmete karşı bir darbe yapılacağı ihbarında bulundu. İhbar öncesinde Ankara-Erzurum arasında kuryelik görevi yapan bir grup askerî uçağın şehir ve köylerden geçerken halkın İnönü etrafında toparlanmasına yönelik bildiriler atması, DP’lileri tedirgin etti. Bayar’la görüşen Menderes, Bakanlar Kurulu’nu toplayarak başta Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdurrahman Nazif Gürman olmak üzere, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İzzet Aksalur, Orgeneral Salih Omurtak, Orgeneral Kazım Orbay ve Orgeneral Hakkı Akoğuz’u emekliye sevk etti.

Darbeci askerler bu muameleyi hiç kabullenemediler ve unutmadılar. Onlar hukuk dışında davranıp sonra da hiçbir müeyyide görmeden yollarına devam edeceklerini sanmışlardı.

Nitekim Emekli General Sabri Yirmibeşoğlu, “DP yönetimi, asker üzerinde büyük yetki kullandı” diyerek bu duyguyu yıllar sonra açığa vurdu.

Egemenlerin kabullenemediği bir diğer husus, “Hasolarla Memolarla iktidarı paylaşmak” zorunda kalmalarıydı. Bu, kabullenilebilecek bir şey değildi. Serdar Turgut’un ifadesiyle, Demokrat Parti iktidarı döneminde köylü sınıfı ilk kez siyasetin içine çekilmişti.

Ülkede silahlı bürokrasiyi oluşturan ve kendilerini Atatürk’e en çok bağlı gören elit grup, Atatürk her ne kadar “Köylü milletin efendisidir” demiş olsa da Türk seçmenini kalitesiz olarak niteliyordu. Orgeneral Muhsin Batur aynen şöyle düşünüyordu: “Memleketimizde seçmenler kalitesizdir. Seçimler ve sonuçları da kalitesiz olmaktadır. Seçmenlerin büyük çoğunluğu okuryazar bile değildir. Hattâ vergi de vermemektedir. Bunların seçtiği kimselerden de hayır gelmemektedir.”

Demokratik sistem, teorik olarak çok güzel bir idare şeklidir. Ne var ki, nüfusunun yüzde kırkının okuma yazma bilmediği, yüzde yirmisinin bir köyde doğup, büyüyüp, öldüğü dar dünyalı insanların ve yine nüfusunun büyük bir kısmının Türkiye meselelerine kendi dar ölçüleri ve belli menfaatleri ile bakarak oy vermeleri ile beliren ve en önemlisi çeşitli aksaklıklarla dolu bir seçim kanunu ile meydana gelen parlamentonun durumu, elit sınıfın başlıca üzüntüsüdür.

Her şeyin oy çoğunluğuyla olabileceğini sanan Demokrat Parti, halkı şımartıyordu(!).

Eski dönemde her şeye hükmeden onbaşı, “Yönetimin çivisi çıktı. Ocak bucak başkanları, belediye başkanları validen önce geliyor!” diyerek yeni hâli etrafındakilere şikâyet ediyordu.


Egemenlere göre “Devlete dayanmayan DP’liler kendileri için bir fetiş hâline gelen millî iradeye dayandıklarını söyleyerek bürokrasiyi yozlaştırıyorlardı”.

Egemenler hem oy çokluğunu dikkate almıyor, hem de DP ne kadar oy alırsa alsın, muhalefetin daha çok olduğunu savunuyorlardı. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi iktidara verilmiş oyların dışında kalan bütün oyları kendilerine ait ilân edip siyâsî mugalata yapıyorlardı.

Dönemin şâhitlerinden AP eski milletvekili Cevdet Akçalı, o günkü psikolojiyi şöyle aktarıyor: Yıl 1957... Demokrat Parti yüzde 45 oy alarak iktidara gelmiş. Onun gayr-ı meşru olduğunu ilân ediyorlar. Diyorlar ki, ‘DP sadece yüzde 45 oy aldı. Bunun karşısında, onu istemeyen yüzde 55 seçmen var. Yani DP hükûmeti, meşru bir iktidar değildir’.”

Egemenlerin CHP kliğini Demokrat Parti’ye karşı en çok harekete geçiren husus, “kendi mülklerini yabancıların işgal ettiği” psikolojisidir.

O günkü CHP’nin ve onun liderinin psikolojisini en güzel şekilde Nimet Arzık ifade eder:

“Altında küt burunlu mâkâm otomobili, arkasında heykelleşmiş emir subayıyla Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Meclis’e geldi. Yetkilerini yeni Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a devredecekti. CHP, seçimi kaybetmişti. Biraz sonra muhalefet lideri İsmet İnönü, Meclis’ten çıktı. Arkasında heykelleşmiş emir subayı yoktu. Bir taksiye bindi, araba meçhul bir yöne doğru hızlandı. Bir devir kapandı zannettik! Bitmeyen kavga yeniden başlamıştı… Sarayla halkın kavgası…

(…) İnönü’nün çevresi, 1950’de, iktidarı kaybetmeyi bir gün, bir saat, bir dakika hazmetmedi. Seçimin ertesi günü kalkan kılıç saldırıya geçti… ‘Babanızın çiftliğine yabancılar girdi’ zihniyetiyle hep!

Hazineye ait olan ancak CHP tarafından kullanılan tüm gayr-ı menkullere Demokrat Parti tarafından el konulması bunun için CHP’lileri âdeta çıldırtmıştı.”

CHP’nin yayın organı Ulus Gazetesi’nin matbaası ve CHP Genel Merkez Binası da dâhil birçok binaya el konulup hazineye iade edilince, bu muameleyi bütün ülkeyi ve ülke halkını mülkü gibi gören CHP’li elitler hiçbir zaman kabullenememişler ve bunun acısını içlerinde saklamışlardır.

O kadarki CHP’liler kullandıkları genel merkez binasının suyunu dahi ödememekte, bunu da halkın bütçesine yüklemektedirler.

CHP’li gazeteci Bedii Faik, bu olaydan CHP elitlerinin nasıl rahatsız olduklarına hatıralarında yer vermiştir: CHP merkez binasının devlet malı olduğu ve parti tarafından gasp edildiği iddiası şüphesiz uydurma değildi. Ama DP liderleri böyle bir devlet malı gaspından, yaralı ve perişan bir partiyi, bu derece hırsla ve kabaca sorumlu tutmak yerine, daha uygun, daha ılımlı bir yol bulabilirdi! Birkaç gazeteci arkadaş bu konuyu kendisine açtığımız zaman, Samet Ağaoğlu, arkadaşlarıma beni göstererek, ‘Seçimi kazandığımızın haftasında, CHP merkezinde su saati olmadığının ve devlet suyunu hiç para ödemeden senelerdir kullandıklarının belgesini Bedii Faik’e verdiğimi hatırlıyorum’ diyerek haklılıklarını anlatmaya çalışmıştı.”

1950 yılına kadar CHP Genel Merkezi’nin su parasını bile millet ödüyordu bir başka ifadeyle…

Egemenlerin CHP kliğinin bir türlü kabullenemediği bir diğer husus ise, artık seçim yoluyla iktidara gelemeyeceklerine dair kendilerinde kesin bir kanaat oluşmasıdır.

1950’de uğradığı ağır yenilginin ardından İnönü, bundan sonra iktidarı gayr-ı meşru yoldan elde etmek için yeni bir süreç başlatır. Artık sahnede iki İnönü vardır. Biri gayr-ı meşru yollardan darbe plânlayan Millî Şef, diğeri göstermelik olarak muhalefet manevraları yapan İsmet İnönü…

1945 yılında “zoraki demokrat” olarak çok partili hayata izin veren Millî Şef, bu açılımdan şikâyet için kendisine gelen bazı dostlarına ilginç bir misâl verir:

“İngilizler futbol sporuna ilk başladıkları günlerde ayaklarına rakiplerinin canlarını acıtıcı kasklar giyerler, sert mücadeleler yaparlardı. Sonra zaman içinde işte böyle normale döndüler. Biz de bir süre siyâsî mücadeleyi böyle sürdürürüz. Sonra ayağımızdaki kaskları çıkarırız.”

Tarihin ortaya koyduğu çıplak bir gerçek var ki, o da Millî Şef’in işte bu kaskları ayağından hiçbir zaman çıkarmadığı, rakiplerini imha etmek, gerekirse yok etmek için hiç çekinmeden kullandığıdır.

1954 yılına gelindiğinde ise ihtiraslı ihtiyarın sabrı iyice tükenmiş, evinde yaptığı bir gizli toplantıda darbenin düğmesine resmen basmıştır. Olayın şâhidi Dr. Lütfi Kırdar, bu gelişme karşısında donar kalır.

“Konu önümüzdeki seçimlerdi. Cevat Dursunoğlu, DP’nin milletin içine iyice yerleştiğini, özellikle köylerde Halk Partisi’nin 1950’den bu yana güç kaybettiğini, seçimle DP’yi yenmenin hayâl olduğunu, ancak ihtilâl yolu ile yıkılabileceğini anlattıktan sonra, ‘Paşam’ dedi, ‘Bunları süngüden başka hiçbir şey koltuktan indiremez’.

İsmet Paşa cevap vermedi ve yüzünü Faik Ahmet Barutçu’ya çevirdi. Belli ki, onun da konuşmasını istiyordu. Barutçu, Dursunoğlu’nun fikirlerine katılmak istemediğini fakat gerçeğin maalesef bu olduğunu, bir hükûmet darbesinden veya ihtilâlden başka hiçbir sûrette Demokrat iktidarın devrilmesinin mümkün görünmediğini söyleyerek konuşmasını bağladı. İsmet Paşa bize döndü. Biz susmayı tercih ettik. Ben merakla İsmet Paşa’nın ne diyeceğini bekliyordum.

Paşa ‘Önümüzde seçim var’ dedi, ‘Bütün gücümüzle saldıracağız ve boş yerlerini kollayacağız. Eğer yine de deviremezsek o zaman (Barutçu ve Dursunoğlu’na baktı) sizin dediğiniz yolu deneyeceğiz. Fakat tutumlarına bakıyorum da, ben de size katılma ihtiyacını duyuyorum. Ama kararı seçimden sonra vereceğiz’.”

Darbeciler önce karar verdiler sonra gerekçelerini uydurdular

Demokrat Parti’nin iktidardan düşürülmesi için yapılan tertiplerin arkasında işte bu duyguların izdüşümleri vardı!

Peki, ya iktidardayken Demokrat Parti’nin hiç mi yanlışı yoktu?

Şüphesiz her siyâsî parti gibi Demokrat Parti’nin de siyaseten yanlışları olmuştu. Ancak bunların hiçbiri Demokrat Parti’yi gayr-ı meşru duruma düşürecek cinsten konular değildi. Hesabını da ancak ona oy veren halk sorabilirdi.

Demokrat Parti’ye yapıştırılan gayr-ı meşruluk iddiaları ise CHP’li kurmayların propagandalarından başka bir şey değildi. Bunlar darbe kararı vermiş şahısların aradıkları meşruiyet gerekçelerinden ibaretti.

Meselâ daha 1952 yılından itibaren bazı askerler cunta hücreleri oluşturmaya başlamışlardı bile. Darbeci Yüzbaşı Muzaffer Özdağ, Harp Okulu’nda bir grup arkadaşıyla Hükûmet’i yıkmak üzere bir cunta kurmuş ve kan akıtarak yemin etmişlerdi.

Ne kadar manidardır ki, ülkeyi ekonomik anlamda bir derin uçurumdan çıkaran Hükûmet’e karşı bu duyguları taşıyan askerler, “Geçinemiyoruz” diye şikâyete gittikleri İnönü’nün, kendilerine “O zaman subay olmasaydınız” cevabından hiç rahatsızlık duymamışlardı.


CHP’li propagandacıların Demokrat Parti’yi gayr-ı meşru duruma düşürdüğünü iddia ettikleri birkaç argümanı irdeleyelim:

Demokrat Parti’nin seçime gitmek istemediği, bir diktatörlüğe yöneldiği iddiası: Tamamen uydurma olup, Başbakan Menderes, tam aksine seçimlerin vaktini beklemeyeceğini, bir erken seçim yapılacağını Eskişehir ve İzmir Mitinglerinde ilân etmişti.

Tahkikat Komisyonları kurularak bazı şahısların sorgulanması iddiası: Önce şu soruyu sormak gerekir ki, o günün mevzuatına göre iktidar partisi herhangi bir konuyu incelemek üzere bir tahkikat komisyonu kurabilir miydi? Bu sorunun cevabı, “Evet”tir. Çünkü yürürlükteki 1924 Anayasası’na göre bu Meclis değil, Tahkikat Komisyonu’na aittir ve İstiklâl Mahkemeleri dahi kurup binlerce kişiyi yargılamıştır. Ne zaman ki Demokrat Parti, ayyuka çıkan darbe söylentilerini incelemek için Meclis’te Tahkikat Komisyonu kurdu, bu karar darbenin içinde olan CHP’li kurmayları rahatsız etti. Derhâl Tahkikat Komisyonlarını gayr-ı meşru ilân ettiler.

Demokrat Parti’nin dini siyasete alet ettiği ve ezanı Arapçaya çevirdiği iddiası: Demokrat Parti, Tek Partili yıllar içinde birikmiş halkın dinî inançlarının önündeki bazı engelleri bir doğal yaklaşımla kaldırmıştır. Meselâ Türk vatandaşlarının Hacca gitmesi yasakken, bu yasağı kaldırmıştır. Ve bunları yaparken CHP gibi oy avcılığı düşüncesiyle yapmamıştır.

Hâlbuki CHP, 1946 yılından itibaren din istismarı sayılacak birçok icraata imza atmış, bu icraatlar dönemin egemenlerini nedense rahatsız etmemiştir.

Dönemin yakın şâhitlerinin hatıraları istismar haberleriyle doludur. İşte onlardan birkaç tanesini aktaralım!

CHP’li gazeteci Bedii Faik Anlatıyor:

“Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Atatürk devrimlerinden tavizler vererek, irticaı körüklediğini bas bas bağırmışlar ve bu iddialarını avuç dolusu muskayı göstererek kanıtlamışlardı. Bu muskalar bir tarafı altı oklu olmak üzere CHP tarafından düzenlenmiş ve Adana’da halka dağıtılmıştı! 5424 sayılı kanunun değiştirilerek ilâhiyat fakültesi kurulmasına karar verilmesi tam o günlere rastlar. CHP’li Başbakan Günaltay’ın, ‘İlkokullarda din dersleri okutturmaya başlayan bir hükûmetin başkanı benim! Bu memlekette Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkamak için, imam-hatip kursları açan bir hükûmetin de başkanı benim. Ve bu memlekette Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için ilâhiyat fakültesi açan bir hükûmetin de başkanı gene benim’ diye övünmelere geçmesi de hep o günlerdedir.

(...)1950’nin Mart ayının tam başında CHP iktidarı, tekke ve türbelerin kapatılmasına ait kanunu yürürlükten kaldırıyor ve aynı günde seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılacağını ilân ediyordu. Çok değil, üç ay önce aynı CHP, Başbakan Günaltay’ın ağzından, ‘Atatürk inkılaplarının temsilcisi ve mütevellisi olduğunu’ ilân etmişti ve şimdi 1925’te bizzat Atatürk tarafından konmasına çok özen gösterilmiş bir yasağı, tuhaf tesadüf, tam seçim tarihiyle birlikte kaldırdığını ilân ediyordu! Köy enstitülerinin lekelenip tekmelenmesiyle açılan yoldan imam-hatip kursları gelmiş, arkasından din görevlilerinin dinî vazife dışında da kisvelerini korumalarında fayda bulan iddialar sökün etmiş, arkasından da işte tekke ve zaviyelerin açılması kararı arz-ı endâm eyleyivermiştir! CHP, Şemsettin Günaltay ve arkadaşlarının başlattıkları ve hızla sürdürdükleri sözde ‘seçmen tavı’ hareketinden artık o kadar emindir ve seçimi o derece çantasında keklik görmeye başlamıştır ki, onlardaki bu tavır ve çalım, o günlerde DP moralini de az sarsmamıştır!”

Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğini yapmış Hikmet Bayur anlatıyor:

“Atatürk öldükten sonra biz seçim bölgemize gittik. Bir müddet sonra yani 1-2 ay sonra… Galiba yeni seçimlerden sonra gittik. Baktım, her mahallede bir Kur’ân kursu açılmış. Bunlar yoktu eskiden.

Gittim Ankara’ya, Recep’e dedim ki, ‘Ne hâl bu?’. ‘Ne yapayım?’ dedi. Bunu da İnönü yapmıştır. Bütün bunlar oyları kazanmak için. Demokratlar bunu geliştirdiler. Onlar geliştirince hücum başladı. Yahu, bunların hiçbirini Demokratlar yapmadı.”

Gelelim ezan meselesine... Bir kere Demokrat Parti ezanı Türkçeden Arapçaya çevirmemiş, Türkçe okunma zorunluluğunu kaldırmıştır. İkincisi, bu kanunu CHP ile birlikte çıkarmıştır.

Onu da Bedii Faik’ten dinleyelim:

“O meşhur celsede konuşulanları halkın dinlediğini öğrenir öğrenmez, aleyhte konuşmak için aldıkları sözden hemen bütün CHP’lilerin vazgeçtiklerini de Avni Doğan Bey’den dinlemişimdir! Sonraları sıkıştırıldıkları zaman da, hemen bütün CHP’liler, akıllarının, o günlerde toplanmasını düşündükleri kurultayda olduğu bahanesine yapışmışlardı.”

Ordu ve akademi de zarar gördü

Yapılan kanlı darbenin ardından ülkedeki siyaset kurumu ağır zarar görmüş, o gün bugün bu darbenin travmasını bir türlü üzerinden atamamıştır. Darbede sadece siyaset kurumu değil, ordu ve üniversite de büyük yara almıştı.

Darbeciler, 232’si general olmak üzere tam 5 bin subayı, 150 civarında öğretim üyesini görevlerinden atmışlardır. Çanakkale Savaşı, Türk halkının yetişmiş insan gücünün yok olduğu bir savaş olarak bilinir. Çanakkale Savaşı’ndan sonra ülkenin askerinin ve akademisyeninin kırıldığı en büyük zayiatı 27 Mayıs Darbesi ortaya çıkarmıştır.

Nitekim darbeciler geç de olsa egemenler tarafından kullanıldıklarını anlamışlar ama iş işten çoktan geçmiştir. Darbeci General Sıtkı Ulay Paşa da nasıl kullanıldıklarını idrak edenlerdendir. Eski arkadaşlarıyla katıldığı bir yemekte bu aldatılmışlık duygusunu, kendilerini kullananlara sinkaf ederek ifade eder: “Sıtkı Paşa hislendi, heyecanlandı ve şöyle bağırdı: ‘Ulan şu Halk Partisi bizi kullandı, kullandı! Paçavra gibi kenara atıverdi.’”

Bir başka darbeci subay Binbaşı Orhan Erkanlı da aynı aldatılmışlık duyguları içersindedir: “27 Mayıs’ı herkes istediği gibi yorumluyor, istismar ediyor veya iftiraların hedefi hâline getiriyordu. 27 Mayıs’ı savunan kimse kalmamıştı ortalıkta. Bizler yaptığından utanan, pişman olan kişiler hâline gelmiştik.”

Öte yandan halk, darbeyi CHP’nin yaptırdığına inanıyordu. Darbeciler tarafından yeni anayasayı yapması için oluşturulan Kurucu Meclis’in 150 üyesinden 50 üyesi CHP’li, 25 üyesi CKMP’li olmasına, 75’i ise değişik kuruluş ve organlardan tayinle gelmiş bulunmasına rağmen, bunların daha çok CHP eğilimli olmaları, ihtilâlin CHP tarafından yaptırıldığına halkı inandırmaya yetmişti.

“Siz bizim yüz yıllardır beklediğimiz adamı asmışsınız!”

Halkın darbeye ve darbecilere bakışını en çarpıcı şekilde özetleyen olay ise, Adalet Partisi Kurucusu Saadettin Bilgiç’in hatıralarına yansıyan şu trajik diyalogdur:

“Yozgat’ın ücra bir köşesinde bir köye geldik. Ondan sonra yol devam etmiyordu. Köyün girişinde 55-60 yaşlarında bir vatandaş, kaput gömlek, kaput don, başında bir takke, boynunda bir çevre yalın ayak, bir çift öküzle düven sürüyordu. Ağa bize bakmıyordu ve cevap vermiyordu. Sonunda ısrarlarımıza dayanamadı. ‘Ne var, ne istiyorsunuz?’ diye sorduktan sonra, ‘Siz burada tıkandınız, gidemiyorsunuz, yolu soracaksınız’ dedi.

‘Evet’ dedik ikimiz birden. Sanki takkesini geri itiyormuş gibi elini başına götürdü ve geldiğimiz yola doğru döndü. Bize kim olduğumuzu, niçin geldiğimizi sormadan, ‘Şu yukarıdaki kemerli köprüyü görüyor musunuz, onun arkasındaki kesme taşlı kubbeli camiyi de görüyor musunuz?’…

Cevap vermemizi beklemeden devam etti: ‘O köprü, o cami Alaaddin Keykubat zamanında yapılmış. Bu köy için yapılmamış. Kayseri-Samsun yolu üzeri diye yapılmış ama zamanla bozulmuş. Biz 716 sene bekledik. Bir gün deve böğürür gibi koca makinalar geldi. Köycek üşüştük, bu yol yeniden açılıyordu, sevindik. Aradan çok geçmeden bu iş burada durdu. Sonradan öğrendik ki, siz bu yolu yaptıran adamı asmışsınız. Bakalım biz kaç yüz sene daha bekleyeceğiz?’

Sözünü kesmeden ekledi: ‘Nereye giderseniz gidin!’