“ALLAH yolunda
öldürülenlere ‘Ölüler’ demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz bunu
anlayamazsınız.” (Bakara, 154)
18
Mart, Türk savaş tarihi için çok önemli bir gün…
18
Mart, Türk Ordusunun vatanı için canını feda ettiği en önemli günlerden biri…
18
Mart, bu kutsal vatan toprakları için şehit düşen genç bir neslin günüdür.
Dönmeyi
düşünmeyenlerin, bu vatan uğruna ölmeye giden kahraman Mehmetçiğin, İtilâf Devletleri’nin
güçlerini deniz ve kara savaşlarında bozguna uğrattığı gündür.
Bu
gün, Türk bağımsızlık savaşının temellerinin Çanakkale’nin sularında ve Conkbayırı’nda
atıldığı gündür…
Bu
gün, Çanakkale Boğazı’nda yapılan deniz savaşları ve Gelibolu yarımadasında
yapılan kara savaşlarıyla Türk tarihinin en şerefli sayfalarını dolduran
zaferin ve büyük bir destanın yazıldığı gündür…
Birinci
Dünya Savaşı sıralarında (1915-1916) Gelibolu yarımadasında Osmanlı Devleti ile
İtilâf Devletleri (Fransa, İngiltere, Yeni Zelanda, Avusturalya) arasında
yapılan Çanakkale Savaşları, Türk savaş tarihine altın harflerle yazılmış büyük
bir zaferin adıdır.
Türk
savaş tarihinde olduğu kadar dünya savaş tarihinde de bir dönüm noktası olarak kabul
edilen Çanakkale Savaşları, kahramanlığın, fedakârlığın ve inancın iliklerimize
kadar işlediği büyük bir azmin adı, millî bağımsızlığımız ve vatan bütünlüğümüz
söz konusu olunca neler yapabileceğimizin de büyük bir ispatıdır aynı zamanda.
Ve
Gelibolu yarımadası, Çanakkale Savaşları ile büyük önder Atatürk’ün askerî dehâsını
ortaya çıkarmasını yaşarken, Türk milletinin genlerinde ezelden beri var olan
hümanist değerlerin savaş şartlarında dahi kaybolmadığına şahitlik etmiştir.
Şüphesiz
Çanakkale ve Gelibolu Savaşı, geçmişten günümüze unutulmayacak izler
bırakmıştır.
İstiklâl
Marşı’mızın yazarı ve büyük şair Mehmed Âkif Ersoy, “Çanakkale Şehitlerine” hitaben
yazdığı şiirinin,
“Eski dünya, yeni
dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi,
tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi
cihânın duruyor karşına da
Ostralya’yla beraber,
bakıyorsun, Kanada!
Çehreler başka,
lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise
var ortada, vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi
yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da
züldür bu rezîl istîlâ!” dizeleriyle düşmanlarımızın büyük bir organizasyon
ile bu güzel vatanımızı nasıl ele geçirmeye çalıştıklarını anlatmaktadır.
19
Şubat 1915 tarihinde başlayan savaş, 18 Mart 1915 tarihinde zaferle
sonuçlanmıştır. Çanakkale Zaferi’nin 106’ncı yılında, vatan topraklarını
tertemiz kanlarıyla sulayan, canları pahasına koruyarak şehitlik payesine
erişen şehitlerimizi ve bu vatan uğruna hayatını kaybeden bütün şehitlerimizi
büyük bir rahmetle anıyorum.
Mekânları
Cennet olsun.
Çanakkale
Savaşı ile ilgili gerçek bir hikâye
Kocadere
köyünde yaralılar için büyük bir sargı yeri kurulur. Kimi Bosnalı, kimi Urfalı,
kimi Azeri, kimi Halepli çok sayıda yaralı getirilir.
Bunlardan
biri, Lapseki’nin Beybaş köyündendir. Yarası oldukça ağırdır. Zorlukla nefes
almaktadır. Komutanına şunları söyler: “Biliyorum, ölme ihtimâlim çok yüksek.
Ben bir pusula yazdım, arkadaşıma ulaştırın.”
Tekrar
derin derin nefes almaya çalışır. Tekrar konuşur: “Ben Lapsekiliyim. Köylüyüm.
İbrahim Onbaşı’dan bir mecidiye borç almıştım, kendini göremedim. Ölürsem
söyleyin, hakkını helâl etsin!”
“Sen
merak etme evlâdım” der komutan, lâkin komutanın kollarında can verir Lâpsekili
er.
Aradan
çok geçmeden yine yaralılar getirilir. Bunlardan çoğu, zaten oraya getirildiğinde
şehit düşmüştür. Hepsi de çok ağır yaralar içindedirler. Şehitlerin
üzerlerinden çıkan künyeler, pusulalar, eşyalar komutana ulaştırılır. Komutan
pusulalardan birini elleri titreyerek açar ve gözyaşlarına artık hâkim olamaz.
Pusulada şöyle yazmaktadır: “Beybaş köyünden arkadaşım Halil’e bir mecidiye
borç vermiştim, kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki
ben dönemem, arkadaşıma söyleyin, ben hakkımı helâl ettim!”
İşte
Türk askeri!
Çanakkale
Savaşları’nda Fransız kuvvetlerine komuta eden General Guro, savaş sırasında
bir kolu ile bir bacağının bir kısmını bırakarak yurduna dönmüş. Daha sonra
anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor:
“Fransızlar!
Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için çocuklarınızla daima iftihar
edebilirsiniz. Hiç unutmam, biraz evvel doğa çevremizde en nefis güzellikteydi.
Su çiçekleri, leylaklar, peygamber çiçekleri, papatyalar bir gökkuşağı âlemi
oluşturuyorlardı. Şimdi, savaş sahasında dövüş bitmiş, o güzelim tablo kan revan
içindeydi. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız
askerleri süngü süngüye gelip ağır kayıplar vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir
hâdiseyi ömrüm boyunca unutmayacağım.
Yerde
bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri ise kendi gömleğini yırtmış, onun
yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtasıyla bir konuşma
yaptık:
‘Niçin
öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun?’
Mecâlsiz
hâldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
‘Bu
Fransız yaralanınca yanıma düştü. Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir
şeyler söyledi. Anlamadım. Ama herhâlde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok.
İstedim ki o kurtulsun, anasının yanına dönsün.’
Bu
asil ve âlicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada
emir subayım, Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan
yanaklarımdan sızan yaşların donduğunu hissettim. Çünkü Türk askerinin
göğsünde, bizim askerinkinden çok daha ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya
bir tutam ot tıkamıştı.
Az sonra ikisi de öldüler!”