BU yıl 8’inci anma yılı olan 15 Temmuz Demokrasi ve Millî Birlik Günü çok cenahlı ve çok izahlı bir sürecin neticesidir. Uzun yıllar Devlet’in tüm kademelerine tutunan örgütlenmiş yapının 15 Temmuz gecesi kalkıştığı terör eylemi, bozulan işleyişinin, bünyesini kuvvetlendiren devlet-halk ilişkisindeki açık ara mesafenin yavaş yavaş yok edilmesinden ötürü çıkardığı bir isyan sesidir.
Öncelikle istihbarî, akabinde malî, adlî ve Devlet’i işleten tüm mekanizmalarda kadrolaşarak “inanç” eksenli genişleyen örgüt, ülkenin kaos ve yasaklarla dolu geçen uzun yıllarında bünyesini beslemiş, halkın zihninde, geçmişten âna kadar hâkim olan dikta idaresinde kendisine uzanan bir el olma psikolojisini var etmiştir. Bu faaliyeti keskin ve kesin bir ifadeyle isimlendirmek yani “darbe” kelimesinin içine montelemek, durumun teşhisini bir nevi eksik koymaktır diyebiliriz.
Türkiye’deki darbe hareketlerine baktığımızda, rejim, halkın görüş ve yaşantısında lâiklik ilkesinin ihlâline zemin oluşturacak hâlleri daima bir tehdit unsuru olarak görmüş ve bu tehdidi yok etmek adına sivil yönetimleri ordu eliyle derhâl alaşağı etmiştir. Mesele bu bağlamdan ele alındığında, 15 Temmuz Kalkışması literatür tanımıyla darbe girişiminden öte bir “işgal” hareketinin ta kendisidir.
1960 Darbesi kaba hatlarıyla Sol entelijansiyanın oturttuğu düzenin akışına müdahale etmese de çatlak bir ses çıkarmış olmanın neticesiydi. Bunu takip eden 1980 İhtilâli ve 28 Şubat süreci de hep bu anksiyetenin geliştirdiği tedbirlerin dışavurumu olmuştur.
Garantörlüğünü askerin yaptığı rejimin, uygulamadaki entelektüel müdafileri bu minvalde çıkan her türlü sese zaten bir refleks geliştirmişti. Hâl böyle olunca, Devlet’in paraleli olmayı amaçlayan kurgular, yok sayılan halk kitlesinin manevî dinamiklerini merkeze koyma fikri üzerinden yapılandı. Heybesinde bir dolu gözyaşı, kalem ve kelâma meyyâl bir zat-ı muhterem(!), etrafına sevgi dağıtarak herkesi kucaklıyordu. “Hak sahiplerinin mağduriyetleri bu örgütün kuvvetlenmesi için en büyük fırsattı” demek çok da yanlış olmaz.
İnancı “kültür” çerçevesinde ele alan ve okul müfredatının dışında sınırlandırılan din eğitimi, örgütün “abi” ve “abla” sıfatlarının kazandırdığı himayeci rolle etki sahasını hayli genişletti. Ultra-lâik seçkinler “muhafazakâr” Sağ iktidarın varlığını Cumhuriyet’in ilkelerine bir tehdit olarak algılayıp yaşam tarzlarının tehlikede olduğu vehmini korku dağına dönüştürmüşlerdi. Bu fikrin karşısına konumlanmış mütedeyyin halk ise, bu yapının kendisine açtığını sandığı sahada varlığını isimlendirdiğini de varsayıyordu.
Makam ve cüzdan hedefli ilerleyişte taban, ütopik bir dünyada ecir hanelerini doldurduklarının huzurundayken, himmet halkasının rakamları ise hatırı sayılır cinstendi. Fakat bu kucaklayıcı oluşumun arkası karanlık, kirli ve son derece tehlikeliydi. Oluşumun hacmi genişledikçe cüretkâr hamleleri de had bilmezce sınırları zorladı. Zaman içinde küresel projelerin Türkiye temsilciliğine soyundu adeta. “Dinler arası diyalog” söylemi, bu tehlikenin boyutunun izdüşümüydü. Vatikan Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası Sekreteri Piyetro Rossano, Türklerle ve Müslümanlarla girişilen diyalogdan neyin kastedildiğini şu ibretlik cümlelerle açıklamıştı: “Diyalogdan bahsettiğimizde, açıktır ki, bu faaliyeti Kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil’i öğreten bir kurum olarak yapıyoruz. Kilise’nin bütün faaliyetlerinde olduğu gibi diyalogda da amaç, Mesih’in sevgisini ve sözlerini nakletmeye yöneliktir.”
Ülkede statükocu iktidarların gücü sesli sorgulanmaya başladığında ise bu yapılanma üzerinden bir tehditle karşı karşıya olduğunun farkına varılmıştı. Normalleşmek, hükmünün tesirini azaltacağı gibi müracaat için tek adres olma konumundan da alıkoyacaktı işleyen bu düzeni. Halk ve Devlet ufak adımlarla uzlaşıyordu. Devlet’in vicdan ve inanç hürriyetinin pratik hayata aktarımı noktasında halkına hak teslimi yapması ise cazibe merkezinin eksenini kaydıracağını işaret ediyordu.
Diğer yandan duyarlılık seviyesi gelişmiş elit kitle, yönetimdeki muhafazakâr Sağ iktidara bu normalleşmeden duydukları tedirginliği her zamanki gibi Kemalizm’in kronik travmaları üzerinden verdi. Bu gelişmeler birtakım olayların fitilini ateşledi ki bunların içerisinde Gezi Parkı Olayları, Sol fikrin merkezinde şekillenirken “aristokrat” bir direniş formunda algılara kodlandı. Örgüt kazan kaldırmıştı!
Ülkede yükselen olumlu icraatın en güçlü dönemine denk getirilen ayaklanma, saraydan sadrazam isteyen Patrona Halil’in eşkıyalıktaki cüretkâr tavrının zamana uyarlanmış hâliydi. Devlet projelerinin pazarlık malzemesine dönüşmesi, bu başkaldırıda gözün ne denli karartıldığının deklare edilme şekliydi bir nevi. Görünürdeki fiil fizikî çatışmaya vardığında perdenin arkasındaki hakikatlerden birini “Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan kimliklerin nitelikleriyle beraber resmî kayıtlara işleniyor olması” şeklinde söylememiz mümkündür.
Bu uzlaşı, örgütün popülizmine kalın bir gölge düşürdü. Ülkede “öteki” kavramı netleşmiş, ötekine olan yıllarca bastırılmış öfke, misliyle dışa vurulmaya başlamıştı artık. Sistemin seçkin, aynı zamanda “hak etmiş” camiasının “alt kültür” olarak ele aldığı sosyolojinin görünür olmasına tahammül edemeyişi ise 15 Temmuz 2016 gecesi, direnişinin izleyici kitlesini de belirlemiş oldu.
TRT ekranlarında “Yurtta Sulh Konseyi”ne ait okunan bildiri, Kemalizm’in sarsılmaz, bir o kadar da duruma olan hâkimiyetini resmederek sürecin hangi dinamikleri barındırdığının ilk okumasını veriyordu. Seyir balkonundaki seküler yaşamın sahipleri, yaşanan darbe isimli işgal girişiminde patolojik korkularının “Ben demiştim” kıvamındaki baskın haklılığını yaşıyordu. Sokak ve meydanlarda direnişe koşan insanların kimliği siyasal dinamiklerinin üzerine çıkmış, kutsallarını en tepeye konumlandırmıştı. Müzminleşmiş önyargıların o gün vatana mâl olma ihtimâli ise oldukça yüksekti ve bunu göze olan ne çok “cesur” insan vardı.
15 Temmuz gecesi “Yalnız vatan!” diyenlerle bu kutsalı ideolojik şartlarının devamı olarak görenler saf saf ayrıldılar.
“Şüpheli” şerhi düşülerek değerlendirildi 250 kişinin şehit olduğu 15 Temmuz gecesi. İktidarın, rejimin karşısında konumlanarak argümanlar oluşturduğu, bunu da kendi düzenini kurmak adına yaptığı kanaati yaygın bir inanmışlıktı. “Halk destan yazdı” ifadeleri yüzde yirmi beşin gözünde mitolojik bir yakıştırmadan öteye gidemedi maalesef. Sol görüşlü siyasetçi, gazeteci ve akademisyenlerin değerlendirmesi ise “Siyasal İslâm’ın Kemalizm’e açtığı egemenlik savaşı” teorisi etrafında şekillendi.
Bu ülkenin özellikle genç nüfusunun tanıklık ettiği asker-devlet, asker-halk, devlet-din, toplum-din ilişkileri, onların hafızalarında büyük psikolojik travmalar üzerine inşâ edildi. Özellikle “din” ve “din adamı” kavramlarının arkasında “suiistimale açık olma ihtimâli” fikri ise genç neslin görebileceği en acı gerçek.