14 Mayıs Seçimleri ve Batı’nın mankurtları

Allah-u Teâlâ’dan müjde var (Hûd, 49): “Bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olaylardır. Sen de, milletin de daha önce bunları bilmezdiniz. Sabret. Sonuç, Allah’tan sakınanlarındır.”

14 Mayıs Seçimlerinin tarihî arka plânını ve Batı ile olan savaşımızın, yani Sykes-Picot mucitlerinin Müslüman milletimize biçtikleri tarihî rolün serencamını bilmeden yarınlarımızdan emin olamayız. Emperyalist Batı’nın kimi neden istediğini/sevdiğini (!) veya kimi neden kapıkulu gördüğünü biz biliyor muyuz? Haçlı emperyalistlerin kime düşman olduğunu anlamazsak 14 Mayıs’ı “sıradan bir seçim” gibi telâkki ederiz.

Evvelemirde bize düşen, inananlar olarak, baş tacımız Kur’ân ve Risâlet’e sarılmaktır (Bakara, 216): “Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”

Bu ayet-i kerimede açıkça neyin hakkımızda hayırlı, neyin hayırsız olacağını bilemeyeceğimiz bildiriliyor. En büyük hazine sabırdır.

***

On dokuzuncu yüzyıl, Osmanlı Cihan Devleti’nde büyük buhran ve sarsıntıların ortaya çıktığı yüzyıldır. Bunda, Batı karşısında özellikle de teknik ve askeri sahalardaki yenilgilerin büyük payı vardır. Öyle ki, Tanzimat Fermanı’yla başlayıp Cumhuriyet ile sonuçlanan süreçte ortaya çıkan fikir akımlarına bakarak hepsinin aynı düşündüğünü söylemek biraz insafsızlık olur. Ancak kahir ekseriyetin Batı karşısındaki geri kalmışlığımızı (!) kabul etmek zorunda kaldığı görülür. Bu nedenle, dönemin Osmanlı aydınları, bu geri kalmışlıktan kurtulmak ve modern Batı (!) seviyesini yakalamak için farklı birtakım çözüm önerileri ileri atmışlardır.

Bu çözüm önerilerinin birbirinden farklı oluşunda din olgusundaki farklı anlayışlar ve dinin devlet ve toplumla ilişkisine yaklaşımların önemli bir yeri bulunmaktadır. Söz konusu tarihlerde Osmanlı dünya görüşü, günlük hayatın temel problemlerine çözüm üretemez duruma düşünce, teknik olarak reformu kaçınılmaz (!) görmüştür. Bu konu ile alâkalı olarak Batı’yı örnek almışlar fakat bununla beraber Batı’nın kültürü ve medeniyeti de Osmanlı toplumunun geniş coğrafyasının içerisine maatteessüf inisiyatifi haricinde sıçramıştır.

Batı’nın ilerlemesinde kültürünün büyük etkisinin olduğunu düşünen bir kısım Osmanlı aydını, gerileme nedeni olarak da kendi kültürlerini ve İslâm dinini görmüş, onları hedef seçmişlerdir. Çözüm üretememe sebebi olarak da yine kendi kültürünü ve dinini görmüştür. Böylece yapılan yenileşme hareketleri, kültürel arka plân ve din dikkate alınmadan gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Üzerimize giydirilmeye zorlanan libas dar gelmiş, milletimizin efkâr-ı umumiyesi tarafından yapılanların sunî olduğu ifade edilmiştir.

Bu hâl bir milletin dinine bağlılığını, millî meselelere hassasiyetini göstermiştir, maatteessüf Türk aydınlarının bir bölümü Batı karşısında aşağılık duygusuna kapılmıştır. Üstünlüğü başka kültürün ve dinin yaşanmasıyla eşdeğer görmüşlerdir. Bu nedenle kurtuluş, yüzeysel ve bugünkü tabirle palyatif çareler ve şekilsel metotlarla gerçekleştirilmek istenmiştir. Bu hâlet-i ruhiye ile yeni bir tarihî sayfa olan Cumhuriyet dönemine geçilmiştir.

Cihan Devleti’nin yerine kurulan Cumhuriyet’in idarecileri, (merhum bir Cumhurbaşkanının da âdeta itiraf kabilinde söylediği gibi) “Cumhuriyet idaresi şeklini yerleştirmek için Osmanlı’yı reddetmek zorundaydık” düşüncesindeydi. Ne hazindir ki, hep mazideki ihtişamlı Osmanlı Devleti’nin mirasını reddettiler ve adeta yeniyi kabul etmenin yolunun eskiyi reddetmekten geçtiği propagandası yapıldı.

Genel itibari ile iktidarlar, hep Batı’nın efsunlu tarafına âşık olduklarını söyleyip ona benzemeye çalışmanın terakki (ilerleme) sayılacağını sayıklayıp durdular. Kısacası, düne dair ne varsa inkâr etmek “ilericilik(!)”, ecdada hakaret de modernlik sayıldı.

“Bizden bir şey olmaz” sloganı adeta devlet idarecilerinin resmî politikaları hâline geldi. Cihan Devletimizi paylaşan müsteşrikler, bizi yüz yıllık bir vesayet prangasına/kumpasına hapsettiler. Bizden istenen de milletimizin buna yani vesayet rejimine rıza göstermesi idi. Âmiyane tabirle, “at gözlüğü ile bakmamızı” istiyorlardı. Bu acı hakikatin meyvesi, adeta bunun devamı olarak yıllar içinde -isminden gayrı milliliği olmayan- bir eğitim sistemi altında (istisnalar dışında) maariften uzak marifetsizlerin yetiştirildiği kadrolar eliyle yönetimdi.

Ancak, onların hesabının tutmadığı İlâhî emrin tecellisiyle, hamdolsun, eğitim sistemine inat “Anadolu irfanı” ile büyüklerimiz ve bizim de dâhil olduğumuz kuşak bu sünepeliğe itiraz ederek istikbâle daha emin bakmak için yerli-millî fikirler etrafında bir araya geldi, vakıf ve dernekler kurdu, mer’i mevzuata göre ve sonrasında şartların zorlaması ile partilileşerek muvaffak oldu. Zira “Muktedir olmanın yolu, seçimler neticesinde oluşan iktidarlara bağlıdır” hakikatinin farkına varıldı. Arzum odur ki, 15 Temmuzları, Evlâd-ı Fatihan yurtlarına yapılan omuzdaşlıkları, mazlum coğrafyalarda “sancağımızın gölgesinin neden beklendiğini” ve 14 Mayısları bu gözle görelim ve neden “küresel çetelerin” hedefi olduğumuzu tefekkür edelim.

***

Özellikle 15 Temmuz’dan sonra, “Cumhur İttifakı”nı kuran partilerin karşısında duranların, efendilerinden aldıkları talimatlar icabı, her yeni yapılanı kınama, her millî meseleyi Batı’ya jurnallemek şeklinde olduğu, her müspet olanı menfi gösterme, her seçimi bir meydan muharebesine çevirme gibi bir tavrı söz konusu oldu.

Nitekim 14 Mayıs Seçimlerinde de Batı başkentlerindeki devlet sözcüleri, sömürü düzeninin dergi ve gazeteleri, tüm yayın organları Devlet Başkanımızın oturduğu koltuğu (ki Sultan Abdülaziz’inkiydi, Allah rahmet etsin) “hilâli” kırık hâlde göstererek adeta “Birinci Cihan Harbi’nin devam ettiğini” söylemek istediler.

Yüzyıllık kinlerini kusuyorlar. Çünkü Osmanlı Cihan Devleti, Batı karşısında mağlûbiyeti kabul eden bir psikoloji ile geriye düşünce, “Bizden bir şey olmaz” sloganı adeta Türkiye’deki devlet idarecilerinin resmî politikası hâline gelmişti. Bu sünepe politika, Batı’nın istediği şeydi. Batı başkentlerinde başlayan homurdanmalar ve kaynatılan cadı kazanlarının sebebi anlaşılmıştı. İşte ilk defa bu psikolojiyi ve Batı karşısındaki aşağılık kompleksini bırakıp kumpasları parçalayarak ayağa kalkan, durumu tersine çeviren iktidara, Batı’nın yerli mankurtlarının savaş açması da bundan! Milletimizin kadim geleneğinden gelen “mazlumların hâmisi” (Allah’ın izni ile) olma şuuru gönül coğrafyamızdaki bîçarelere omuzdaş ve sancağımızın gölgesinde mesut olacakların duaları ve gözyaşlarına ortak olmamız bizi “küresel emperyalistlerin” düşmanı ve hedefi hâline getirdi.

Madem karşımızdakiler Birinci Cihan Harbi’nin bitmediğini söylüyor ve savaşın değişik boyutlarını devreye sokuyorlar, o hâlde Kur’ân’a müracaat edelim, mücadele azmimizi ve yordamı bilelim.

İslâmî bir hayat düzeni tesis edebilmek, tesis edilen bu hayatı koruyup idâme ettirebilmek, dinin korunmasını zarurî gördüğü canı, malı, aklı, nesli ve namusu koruyabilmek için müminlerin üzerine savaş farz kılınmıştır. Âlimlerimizin çoğunluğuna göre savaş, farz-ı kifayedir. Müslümanlardan bir kısmının bunu yerine getirmesiyle diğerleri üzerinden mesuliyet düşer. Ancak hiç kimse bu farzı yerine getirmezse bütün Müslümanlar sorumlu olur.

İslâm’da savaşın hükmü, milletlerarası ilişkiler bakımından tabiî hâlin savaş mı, barış mı olduğu, savaşın sebepleri, farklı çıkarlara, din ve kültürlere sahip insan topluluklarının dünyada barışık olarak yan yana veya iç içe yaşamalarının mümkün ve caiz olup olmadığı gibi konulara ilgili ayetlerin açıklamalarında yer verilmiştir (Bakara, 256; Âl-i İmrân, 28; Nisâ, 75-76).

Bu ayetler İslâm’da savaşa izin verildiği ve gerektiğinde farz kılındığı hükmünü getirmekten ziyade, daha önce gelmiş bulunan bu hükmün gerekçesini vermeyi ve savaşla ilgili bazı meselelere açıklık getirmeyi hedeflemektedir. Bu ayetlerin irşadını müfessirler şöyle açıklamışlar: Savaş insanlara zor ve ağır gelir; çünkü savaşan insanlar hayatlarını tehlikeye atmakta, yurt ve yuvalarından uzak düşmekte, birtakım eziyetlere katlanmakta, dünyanın zevklerinden mahrum kalmaktadırlar. Savaşan toplumlarda istikrar bozulmakta, ekonomiden eğitime kadar birçok kurum krize girmekte, tabiat tahrip edilmekte, çevre kirlenmekte, Allah-u Teâlâ’nın yaratıp insanların istifadesine sunduğu nimetler boş yere -hatta insanlara zarar vererek- israf edilmektedir.

Bütün bunların savaşı istenmeyen, korkulan, nefse ağır gelen, nefret edilen bir ilişki biçimine sokması tabiîdir. Ancak savaşıldığı takdirde kaybedilecekler ve kazanılacaklarla savaşılmadığında ortaya çıkacak kazanç ve kayıplar mukayese edildiğinde birincisi ağır basınca, hatta zorunlu hâle gelince savaş kaçınılmaz olmaktadır. Şu hâlde İslâmî hükümler insanların arzu ve tabiî meyillerine değil, yükümlülükten hâsıl olacak sonucun iyi veya kötü, hayırlı veya hayırsız, faydalı veya zararlı olmasına dayanmaktadır.

Tecrübelerden anlaşılmıştır ki, insan varoluş amacı itibariyle faydalı olan bazı şeyleri arzulayabilmekte, bunlara karşı direnebilmekte, zararlı olanları da -bazen şiddetle, ısrarla ve iptilâ hâlinde- isteyebilmekte, engellenmeye karşı direnebilmektedir. Hikmetten yeterince nasip almamış ve olgunlaşmamış nefis, bu durumdayken kendine ağır gelen yükümlülüklerle eğitilmeli, aklın, hikmetin ve ahlâkın eksenine çekilmelidir. Savaş, tabiatı itibariyle zor, meşakkatli ve sıkıntılı bir iştir. Mal ve can için tehlikelerle doludur.

Savaşan ülkeler içtimaî, iktisadî, siyâsî ve coğrafî açıdan sarsılmalar, bozulmalar ve krizlere maruz kalırlar. Bu sebeple kimse onlardan hoşlanmaz. Bu açıdan bir mânâda savaşın farz kılınma gerekçesi ayette şöyle açıklanır: “Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 216)

***

14 Mayıs Seçimlerini, elan görev başındaki Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, yüzde 49,50 ile birinci bitirdi. TBMM’deki sandalye sayılarında da Cumhur İttifakı çoğunluğu aldı.

İsminin mânâsına muhalif ittifak etrafında oluşturulan fitne fücur cenahı ise sukut-i hayâle uğradı. Gönülleri inşirah eden Anadolu irfanının galip gelmesi, seçimlerin sükûnet içinde sona ermesi pek önemliydi.

Kaybedenlerin çetelesini nasip olursa 28 Mayıs’tan sonra tutacağız. Allah-u Teâlâ’dan müjde var (Hûd, 49): “Bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olaylardır. Sen de, milletin de daha önce bunları bilmezdiniz. Sabret. Sonuç, Allah’tan sakınanlarındır.”

Ve bir sabır ayeti ile yazımızı bağlayalım: 

“Ey iman edenler! Sabredin, sabırda yarışın, birbirinize sabrı tavsiye edin ve nöbet tutun. Allah’tan korkup sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmran, 200)

Vesselâm…