Generallerin millete karşı
kalkışması
DERİN devlet odakları, 2002 yılında AK Parti’nin iktidara geldiği günden beri
hazımsızlık ve husûmet politikaları izlemeye başlamışlardı. Nisan ayı sonunda
bu kez “27 Nisan Askerî Bildirisi” devreye sokuldu.
27 Nisan
2007’nin gece yarısında, Genelkurmay Başkanlığı’nın resmî web sayfasında AK
Parti’yi ve Türk halkını hedef alan zehir zemberek, korsan bir bildiri
yayınlandı. Bildirinin sahibi ortada yoktu. Bildiri, hem Cumhurbaşkanlığı seçimini, hem de sonrasını tanzim etmeyi
hedefliyordu.
27 Nisan E-Muhtırası’nda yer alan ve askerce rahatsız olunduğu söylenen
konular, birkaç ay içinde gazetelerde çıkan haberlerden ibaretti. Buna göre gazeteler
toplumda kötü gidişe dair bazı örnekleri haberleştirmişler ve asker de bunu
görünce duyduğu rahatsızlığı muhtıra ile ifade etmişti. Eski Genelkurmay
Başkanı Yaşar Büyükanıt, birkaç yıl sonra olup biteni tam da bu şekilde
açıklamıştı.
Darbecilerin kadim ortakları olan Hürriyet, Milliyet ve
Vatan gazeteleri, ertesi gün aynı manşeti atmışlardı:
Hürriyet: “Genelkurmay’dan çok sert açıklama!”
Milliyet: “Genelkurmay’dan çok sert açıklama!”
Vatan: “TSK’dan muhtıra gibi açıklama!”
Medya, bu manşetlerle bombardımana ateş desteği vermişti.
27 Nisan, askerin, 28 Şubat’tan
sonra ilk kez bu kadar açıktan siyasal sürece müdahale kararıydı. Sadece
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını engellemek değil, beraberinde AK Parti’nin
güçlenmesi muhtemel iktidarını da geriletmek amacı taşıyordu. Türk siyaset tarihine
kara bir leke olarak geçecek bildiri, “Kutlu Doğum Haftası etkinliklerini,
mevlit merâsimlerini, Kur’ân ve ilâhi yarışmalarını” tehlike olarak ilân
ediyordu. E-muhtırada halkın bir kısmı önce düşman ilân ediliyor, daha sonra
Silahlı Kuvvetlerin bu düşmana karşı sarsılmaz bir kararlılık içinde olduğu
belirtiliyordu.
Karpat, 27 Nisan Darbe Kalkışması’nı
şöyle anlatır: “Ordu, ‘lâik’ ve ordu dostu bir Cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet
Sezer’in görev süresinin dolmasından sonra, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı
seçilmesine karşı çıktı. Bu sırada ordu da hükûmete karşı bir hayli üstü kapalı
bir uyarı yayınladı.” (Karpat, 2007:294)
Tamer Korkmaz’ın
tesbitiyle, “emir komuta zinciri dışında çalakalem yazılmış,
Çankaya seçimlerini etkilemeyi amaçlayan sanal bir muhtıraydı bu” (Korkmaz, 2009).
Hasan
Celal Güzel’e göre ise bu bildiri, “Genelkurmay
Başkanı’nın bilgisi dışında internet sayfasında yayınlanmıştı” (Orakoğlu, 2007:170). Büyükanıt, şahsiyetini korumak için bildiriyi sahiplenmek zorunda
kalmıştı. Bülent Orakoğlu’na göre, AK Parti iktidarına ve onun Cumhurbaşkanı
adayına, sayısal çoğunluğuna rağmen cumhurbaşkanı seçtirmemek için psikolojik
harekât uygulanmıştı. Bu harekâtın içinde, orduda deşifre edilmiş cunta
grupları vardı.
Yasemin
Çongar’a göre, “dönemin kuvvet
komutanlarından biri, ‘Eğer 367 kararı çıkmazsa darbe olacak’ diye Mahkeme
üyelerini tehdit etmiş, üyelerden biri, ‘Bunu torunlarıma anlatamam’ diyerek
ağlamıştı” (Çongar, 2009).
Medyada
yaygın tanımlamayla ise bir “e-muhtıra” idi verilen. Sonradan ortaya çıkan
bilgilere göre, Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’in korsan bildiriden haberi
olduğu açıklanıyordu. Ancak geceyarısı yayınlanan bu
korsan bildiriye AK Parti iktidarı bu zamana kadar hiçbir hükûmetin
gösteremediği bir karşı tavırla cevap verdi.
Hayati Yazıcı, 2007
Cumhurbaşkanlığı Seçimi öncesi “27 Nisan E-Muhtırası” olarak tarihe geçen
geceyi şöyle anlatır: “Bir gece internete bir metin konuldu. 27 Nisan e-muhtırası…
Alışkanlıklarını hâlâ sürdürebileceklerini sanan bir davranış… Vesâyetçi bir
anlayış, ‘Her şeyi ben bilirim, biz biliriz ve biz yaparız’ düşüncesinden yola
çıkmış bir davranış biçimi… Biz milleti temsil ediyorduk ve hiçbir zaman
onların emanetini yere düşürmedik. 28 Nisan’da gerekli cevabı verdik. Kenarda
köşede çok bekleyenler oldu ‘Bunlar ne yapacak?’ diye. Çok iyi hatırlıyorum, o
cevabı hazırlamak üzere resmî konutta toplandığımızda Başbakanımız ‘O muhtırayı
ben verdim’ diyen komutanı aramış ve o komutan bulunamamıştı.” (Yeni Şafak,
2012)
Televizyonlar
Cemil Çiçek’in açıklama yapacağı haberini son dakika olarak vermeye başlayınca,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a Genelkurmay Başkanı’nın aradığını söylediler.
Artık çok geçti. Başbakan, “Bağlayın bakalım” dedi. Büyükanıt kendisine 12 saat
boyunca ulaşılamamasının gerekçesini şöyle izah etti: “Torunumu görmek için
İstanbul’a gidiyordum. ‘Jammer’ açıktı, o yüzden bana telefonla ulaşamamışlar.”
(Sever, 2015:21)
Bülent Orakoğlu, 27 Nisan sonrası Hükûmet’in verdiği
tepkiyi şöyle analiz eder: “28 Nisan günü Türk siyâsî tarihinde bir ilk
gerçekleşti. Hükûmet Sözcüsü, Genelkurmay Başkanlığı’nın Hükûmet’e karşı bir
tavır içinde olmasının düşünülemeyeceğini ve Genelkurmay’ın, Hükûmet’in emrinde
olduğunu açıklıyordu.” (Orakoğlu, 2007:159)
27 Nisan’la başlayan süreç, Hasan
Celal Güzel’in de ifadesiyle “bir milâttır ve artık hiçbir şey eskisi gibi
gitmemeye bu tarihte başlamıştır” (Güzel, 2010).
ABD’nin
Newsweek dergisinde, “2007’de Türkiye’de darbe olma ihtimâli yüzde 50” şeklinde
makale yazan Zeyno Baran’ın kışkırtmaları boşa çıkmıştı. Bu tarihî cevap,
birden bütün dengeleri Hükûmet lehine değiştirdi; halk, şapkasını alıp gitmeyen
siyasileri “İşte benim temsilcilerim!” şeklinde her plâtformda alkışladı.
27 Nisan kalkışmasının ardındaki psikososyal zemin
Milliyet gazetesi yazarı Osman Ulagay, 27 Nisan Bildirisi’nin ardından gazetesindeki
köşe yazarlığını bırakmış, müteakiben bir kitap kaleme almıştı. Ulagay bu
kitabındaki darbeci psikolojisini ve sosyolojisini şöyle anlatır:
“Aile yakınlarımdı onlar. Okul arkadaşlarımdı. Yıllardır benimle aynı
çevrede yaşayan kimselerdi, dostlarımdı, iş arkadaşlarımdı. Cumhuriyet
mitingleriyle başlayıp 22 Temmuz seçimleriyle noktalanan süreçte, iktidardaki
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) hükûmetine karşı bilenmiş umutlarla hep
şu soruyu sordular bana: ‘22 Temmuz’da bu adamlardan, bu hükûmetten
kurtuluyoruz, değil mi?’
(...) Değişen koşullar bir rol değişimini zorunlu hâle getirirken, bu rol
değişiminin toplumsal aktörleri ciddî sorunlar yaşayabiliyor. Hemen her alanda
belirleyici konumdayken bu ayrıcalıklarını kaybetmekte olanlar, eski
konumlarının onlara kazandırdığı buyurganlığı sürdürmeye çalışıyor, sözlerini
geçiremeyince de hırçınlaşıp gerilim yaşamaya başlıyor.
(...) ‘Bu ülke bizden sorulur’ anlayışıyla yetişmiş olan insanlar bugün
gelinen noktada, pek çok alanda belirleyici olmaktan çıktıklarının farkındalar.
Gözleri askerde, kader ânını geciktirmenin yollarını arıyorlar.
(...) Ben kendi çevremde AK Parti yönetimine karşı duyulan alerjinin âdeta
bir histeri nöbetine dönüştüğünü görüyorum. Erken seçim kararı alındıktan sonra
karşılaştığım tanıdıkların hemen hepsi bana aynı soruyu soruyordu: ‘Ne dersin,
bu adamlardan kurtulabilecek miyiz?’ (Ulagay, 2008: 11, 16, 18, 100)
Hüsamettin Arslan da yaşanan olayları şöyle analiz eder: “Türkiye’de bir İttihat-Terakki, Halk Partisi geleneği, bir de Hürriyet ve İhtilâf Fırkası, Demokrat Parti, Anavatan (Özal’ın Anavatan’ı), AK Parti geleneği vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu elitleri ordu mensuplarıdır ve Türkiye’de ordu, yukarıdaki tasnife göre siyâsî skalanın sol kanadında yer alır. Bu yüzden, Türk solunun, ağırlıklı olarak militer kurumların siyâsî hayata müdahalesini onaylamasında şaşılacak bir şey yoktur.” (Arslan, 2009:86)
Arslan şöyle devam ediyor: “Türk
solu, günümüzdeki kanaat önderi muhataplarını ‘Değişmediniz, takiyye
yapıyorsunuz’ diye suçlasa bile, bizatihi kendisi politik değişmeye kapalıdır.
(...) Türk Solu ‘devletçi’dir.” (Arslan, 2009:88)
Mete Tunçay, 28 Şubat başta olmak
üzere darbecilerin sosyolojik yapısını şöyle izah eder: “Dolayısıyla
milliyetçilik, Türkiye’de Kemalizm adını alıyor. Tek milliyetçilik biçimi o
değil, egemen milliyetçilik o… Kurumlara dayanıyor, başta ordu olmak üzere.
Türkiye’de solcu kim? Ahmet, Mehmet, Saim falan… Bunlar kim, nereden geliyor?
10 kişi sayarsak bunların 7’sinin babası zaten albaydır, askerdir. Biyolojik
olarak da hısım… Sadece fikrî kesişmeler değil, akraba yani. Subay ailenin
haylaz çocuğu komünist oldu!” (Tunçay, 2012)
Arslan’a göre aslında yaşanan,
adı konulmamış bir iktidar savaşından ibarettir: “Türkiye’de son zamanlarda
yaşanan problem; siyâsî-kültürel formlarda tezâhür eden bir iktidar problemi,
bir çekiç ile örs ilişkisi problemidir. Çekici tutan eller, çekici kaptırmak
istememektedirler.” (Arslan, 2009:90)
Nitekim bazı Kemalistlerin ruh hâli o günlerde şöyle idi: Sinema oyuncusu
Tarık Akan, “27 Mayıs ve 28 Şubat iyi darbelerdi. Bu dönemlerde önümüz açıldı”
demişti darbe ve vesâyet süreçlerinde oynadığı roller sebebiyle pâye sahibi
olan ve ancak sistemin devamı hâlinde imtiyazlarını sürdürebilecek kesimin bir
ferdi olarak. Fakir akademisyenlik günlerine atfen, “Bir daha ‘Etlik-Ulus’
dolmuşuna bindiğim günlere dönmek istemiyorum” diyen Ertuğrul Özkök de
bunlardan biriydi.
CHP’li Süleyman Genç de bu anlamda şu tesbiti yapar: “CHP’nin anlayışı Türkiye’de sol düşünceyi ve ideolojiyi anlayan, kavrayan ve bunun mücadelesini yapan bir yapıda değil. Daha çok bir orta yaş grubunun temsil ettiği… Yani ne işçi sınıfını temsil eden bir yapısı var, ne işçi sınıfının mücadelesini düşünen bir yapısı var. Cumhuriyet Halk Partisi’nin toplumsal yapısı ve anlayışı onlara uygun değil. CHP daha çok küçük burjuvazinin temsil ettiği insanlardan oluşur.” (Genç, 2010)
Mete Tunçay’a göre, ordunun
istediği de Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu sürdürmekti. Bütün bu lâiklik
ve Atatürk devrimleri vurgusu, topluma direktif vermeyi sürdürmenin bir
bahanesi oluyordu ordu için (Tunçay, 2010).
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek’e
göre, sivillerin darbe ve vesâyet sistemindeki yerleri ancak bu imtiyazlar
dünyası ile açıklanabilir. “Halk istemese bile onları eğitmeliyiz, muasır
medeniyet seviyesine çıkarmalıyız” demeleri, sadece Jakoben olmalarından değil,
bu tutumlarının çıkarlarıyla örtüşmesinden kaynaklanıyordu. Kemalizm,
ayrıcalıklı sınıfın konumunu meşrulaştırmak için başvurduğu bir ideolojiydi.
Özipek şöyle devam ediyor: “‘Biz imtiyazlarımızı alt sınıflarla paylaşalım’
noktasında değiller. Bunu beklememek de lâzım. Hiçbir toplumsal sınıf kendiliğinden
bu noktaya gelmemiştir. Demokratik mücadele ile egemen sınıf gerilediği için
demokratik sınıf ön plâna çıkıyor; yoksa kendiliğinden gerilemiş de değiller.
İmtiyazlardan vazgeçmemek için diğerleriyle kendini eşit görmeme ısrarını
sürdürüyorlar. Bu çerçevede Kemalizm bir zihniyet probleminden ziyâde sınıfsal
bir ihtiyaç... Kemalizm, ayrıcalıklı sınıfın ayrıcalıklarını meşrulaştırmak
için başvurduğu bir ideolojidir. Aşağıdakiler, ‘Niye siz yönetiyorsunuz, niye
sizin çocuklarınız iyi yerlerde okuyor, iyi görevlere geliyor da bizimkiler
gelmiyor?’ dediğinde, ‘Siz henüz o olgunluk düzeyine gelmediniz, yeterince
çağdaş, lâik olmadınız; dolayısıyla bir süre bu eşitsiz ilişki devam edecek!’
tavrı içindeler. Anadolu sermayesine karşı çıkmalarının sebebi, onların başını
örtmesi, namaz kılması değil, kendi pazarlarına girmiş olması. Cem Karaca’nın
şarkısında olduğu gibi, ‘İşçisin sen, işçi kal’ diyorlar. Onun ideolojisi
Kemalizm oluyor.” (Özipek, 2011)
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek, ayrıca şu tespitlere de yer veriyor: “Demokratik
olmak yerine Kemalist olmak ve böyle düşünmek işlerine geliyor. Bu, bir
toplumsal kesimin diğer toplumsal kesimle eşit olmama mücadelesidir. Kemalizm
bütün çıkarlar kümesini korumanın aracı durumunda. Ayrıcalıklı kesimler,
çıkarları tehdit altına düştüğü her zaman darbeleri destekledi. Egemen sınıfın
içinde de demokratikleşme sürecine dâhil olan, tuttukları yolun yol olmadığını
bilen kesimler olabilir. Meselâ TÜSİAD’da bunun emâreleri görülüyor.” (Özipek,
2011)
Oramiral Özden Örnek de bu
anlamda şu özeleştiriyi yapar:
“En başta Atatürk’ü bir idol hâline
getirmişiz. Kendisi bile, ‘Beni görmek önemli değil, benim fikirlerimi anlamak
önemlidir’ demişken, biz her yerde Atatürk’ü heykel, resim, poster olarak
anmayı, sanki onu anlamak ile eş tutuyoruz. Bu böyle devam edemez! Bir taraftan
İslâmiyet’in günün şartlarını karşılamadığını ve reform geçirmesi gerektiğinden
bahsederken, sanki Atatürkçülük ilelebet yaşayacakmış gibi davranıp ilkelerini
tartışmaya dahi açmıyoruz. Tabiî o zaman bu ilkeler bir yol gösterici olmaktan
öteye, dogma hâline geliyor.
İkinci bir konu da… Bu toplumu
Kara Kuvvetleri’nin etkisinden kurtarmak lâzım. Devletin her kesiminde kendi
düşünceleri hâkim olsun, herkes kendileri gibi düşünüp kendileri gibi hareket
etsin istiyorlar. Harbiye Marşı ile yatıp Harbiye Marşı ile kalkıyorlar.”
(Görmüş, 2012:291)
Gazeteciler de yakın bir zamana
kadar birçok imtiyazı “askerî vesâyet” sistemine hizmet etmenin karşılığında
elde etmişlerdi. Mehmet Ali Birand açık bir şekilde askerleri kışkırtan lâik
kesimin davranış kodlarını, kendisini de dâhil ederek şöyle deşifre eder: “Bizim
kuşak için devlet daima öncelikliydi. Devleti de asker temsil ederdi. Siyasetçi
üçkâğıtçı, yalancı; asker namuslu, her şeyini vatana harcayan kahramandı.
Üstelik Atamız, lâik-demokratik Cumhuriyet’i koruyup kollama görevini ona
bırakmıştı. Askerin politikacıyı denetleme hakkı vardı. İşler bozulduğunda da asker
müdahale edebilirdi. Hattâ tereddütlü bir davranışla karşılaştığımızda, ‘Komutan
neredesiniz, devlet elden gidiyor’ diye yazdık… Genlerimize, belki de farkına
varmadan darbecilik işlendi… Üniformaların pırıltısını yarı hayranlık, yarı
korkuyla izlerdik. Bütün darbeleri anlayışla karşıladık. Yardımcı olduk. Genel
algılama, sanki darbeler asker kendi keyfiyle veya Washington’dan aldığı
işaretlere göre gerçekleşiyordu. Hayır, işler o kadar basit değil! Askeri
darbeye iten, zorlayan daima lâik kesim olmuştur.” Sebep: “Pastayı paylaşmamak”…
(Birand, 2011)
Mehmet Ali Birand, “Kendi
kurduğumuz sistemi paylaşmak istemedik, tasfiye oluyoruz! Hiç paylaşmadık,
askerle susturacağımızı sandık” der ve şöyle devam eder: “Cumhuriyet’in
kuruluşundan itibaren bu iki geleneksel (dindarlar ve Kürtler) düşmana karşı
sürekli aynı sert yaklaşımı gösterdik. Kendi sistemimizin mühendisliğini
yaptık. Bu sistemi oluştururken de, bu ülkenin sadece bize ait olmadığını,
dindar kesim ve Kürtlerle de paylaşmamız gerektiğini hiçbir zaman
kabullenemedik. Düşünmedik dahi... Düşünenlerimizi de hapishanelere yolladık.
Ne Cumhuriyet’in siyâsî sistemini, ne de
lâik kesimin egemen olduğu ekonomik pastayı paylaştık.” (Birand, 2011)
Aydınlar da darbenin ve bu sosyolojinin ayrılmaz bir parçasıydı. Sina
Akşin, sandıktan çıkan tüm sonuçların demokrasi sayılamayacağını söylüyordu. Bir
televizyon programına katılan Prof. Sina Akşin’e göre, darbe plânlamak ve
yapmak, Atatürkçü olmak şartıyla meşrudur. Atatürkçü olan, darbe plânı
yapabilir (Pamir, 2009).
Bekir Coşkun, AK Parti’yi devirme operasyonunun sahneye konulduğu Nisan ayı
başlarında, 6 Nisan tarihli Hürriyet’te şu satırları yazarken çok umutluydu: “Askerî
darbe olmaması için şu üçünün olmaması gerekiyor: Devrim yasalarına hakaret;
rejime karşı hareket; Cumhuriyet’e ihanet… Bu üçü var mı? Var... Erbakan’ın
yetiştirdiği, ondan daha zeki ve kamuflajlı veletleri, onun başaramadığını
başarıyorlar. Kendini Atatürk devrimlerinin ebedî bekçisi sayan ve elinde
silahlı güç olanların, tüm bu olaylar karşısında sessiz ve seyirci kalmalarına
ihtimâl veriyor musunuz? Hayır! Önümüzdeki günler büyük olaylara gebe... Bu
karşı devrim durdurulacak. Ama darbeli mi olacak, darbesiz mi?” (Ulagay,
2008:24)
Bekir Coşkun, “Bu karşı devrim durdurulacak. Ama darbeli mi olacak,
darbesiz mi?” şeklindeki izahıyla açıkça darbeye davetiye çıkarıyor, ancak
bunun hesabını sormak hiçbir savcının aklına gelmiyordu. Çünkü Atatürkçü olmak
şartıyla her türden suçu işlemek de serbestti(!).
Bu anlamda son noktayı Birand
şöyle koyar: “Aslında, hepimizin bildiği bir gerçeği yüksek sesle söylemiştim.
Lâik merkez medyanın büyük bir bölümünün darbeleri doğal karşıladığını,
demokrasiden çok Genelkurmay’a inandığını yazmıştım. Bizim kuşak böyle
büyütülmüştü. Bizim için, askerin müdahale etmesi ve politikacının bozduğu
keyfimizi tekrar yerine getirmesi, sistemde ayarlama yapması çok doğaldı.”
(Birand, 2011)
Kaynaklar
Arslan Hüsamettin, (2009),
Jöntürkler Jönkürtler Muhafazakârlar, İstanbul: Paradigma Yayıncılık
Birand Mehmet Ali, (2011)
Çongar
Yasemin, (2009)
Genç Süleyman, (2010), Yeni
Şafak, 15.2.2010
Güzel Hasan Celal, (2010), Radikal, 28.5.2010
Görmüş Alper (2012), İmaj ve
Hakikat, İstanbul: Etkileşim Yayınları
Karpat Kemal, (2007), Osmanlıdan
Günümüze Elitler ve Din, İstanbul: Timaş Yay.
Korkmaz Tamer, (2009)
Orakoğlu
Bülent, (2007), Ankara’da Gölge Oyunları, İstanbul: Timaş Yay.
Özipek Berat, (2011), 19.09.2011
Pamir İlter Balçiçek, (2011),
Habertürk, 21.12.2011
Sever Ahmet, (2015), Abdullah Gül
ile 12 Yıl, İstanbul: Doğan Yayıncılık
Tunçay Mete, (2010), Taraf, Neşe
Düzel, 1-2-3.03.2010
Tunçay Mete, (2012)
Ulagay Osman, (2008), AK Parti
Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu, İstanbul: Doğan Kitap
Yeni Şafak, 16.2.2012