13’üncü kayıp bilgi ve “Ahit Sandığı” muamması

İsrail Siyoncu yönetiminin, sözü edilen ara dönemi, kavmin bitişinin başlangıcı olarak gördüğünü de söyleyebiliriz. Ve hattâ her ihtimâle karşı, kendilerine bir “Yeni İsrail” aramak üzere harekete geçtikleri de vaki. Çünkü Kraliçe onları, ortaklıktan kovmakla kalmamış, Siyon ülkesinde bir yönetim değişikliğinin yani “İsrail’de Sefaradların dönemi”nin başlamasının düğmesine de basmıştı.

BİR okurumuz diyor ki, “Yahudilerle yollarını ayıran Buckhingam Sarayı ve Kraliçe’nin altüst olması netîcesinde, İngiltere’de söz sahibi olan ya da olmaya çalışan Aşkenaz Yahudilerinin, Sefarad olan Venezuelalı Maduro karşısında ABD ile birlikte hareket etmesinden daha doğal ne olabilir ki? Bu durumda karşımıza yine, ‘iki Yahudi sendromu’ çıkmakta diyebilir miyiz? Fakat Kraliçe’nin bu oltadan kurtulacağını tahmin ediyorum. Çünkü Kraliçe, kendisi de çok iyi bilmekte ki, oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur. Bu durumda 2019, Kraliçe için de The Economist’in siyahlı kapağında olduğu gibi, ekonomik olarak karanlık bir yıl olamaz mı?”.

Hemen söyleyelim ki, bu tespit bir nüansla yerine oturmuş oldu. Yani The Economist’in karanlık yüzü, İngiltere’nin uzaktaki sömürgesi Yeni Zelanda’da Kraliçe’ye kendisini gösterdi. Ekonomik olarak değil ama terörün en acımasız hâliyle… “Bunun devamı gelir mi?” sorusuna cevap olarak diyebiliriz ki, netîcede iki güç yani Binyılcılarla Yüzyılcılar, belki de dünyanın en sonuncu savaşına soyunmuş durumda. Şimdilik kaçak güreşiyorlar. Lâkin nereye kadar kaçacaklar ki? Bir gün bir dar sokakta karşılaşmaları, yüz yüze gelmeleri mümkün. Bu anlamda Yeni Zelanda saldırısının açtığı bulvar, kaçak savaşın vekâlet haline son verip asalet hâline dönüştürmeye hizmet edecek gibi ilerlemekte. Rabbimiz, biz İslâmları ve mazlumları korusun!

Okurumuzun şu cümlesinin altını çizmek lâzım: “Bu durumda karşımıza yine, ‘iki Yahudi sendromu’ çıkmakta diyebilir miyiz?” Evet, diyebiliriz. Tarihî sendrom, kronik; malûm kavmin bu iki unsurunda da genetiğe işlenmiş gibi. Üstelik bu yapı, dünyevî olduğu kadar hususiyetle uhrevî bir meseleyi barındırıyor.

ABD-İngiltere düzleminde “İki Yahudi”

2016 ABD seçimlerinde Windsorcu Cumhuriyetçileri bırakarak, Binyılcıların yuvalandığı Stuartçı Demokratlarla birlikte hareket eden ve böylece 300 yıllık Anglo-Judik/İngo-Judik koalisyonu bozan Siyonist Aşkenazların, aleyhlerine sonlanan seçimler nedeniyle şaşkın bir şekilde arkaları üzerine oturduklarını biliyoruz. Kraliçe, onları en korktukları şeye yani yalnızlığa terk ederek cezalandırdı. Son seçim döneminde Demokratlar içerisinde yoldaş oldukları ve bu nedenle bir bakıma arkasında durdukları Stuartların da onlara çok yüz vermediğini de söylemiş olalım. Evet, onların Binyılcı Küreselcilerle “düşünsel genetik”te akrabalıkları vardır ancak Sefaradlarla herhangi bir ünsiyetlerinden söz etmek mümkün değil. Çünkü kadim ekoller farklı.

18’inci yüzyılın başında yani 1700 yılından itibaren İngiltere tahtı üzerinde plânlanan sülâle değişikliğinde yani Stuartların, anavatanları İskoçya’ya kovulması ve onların yerine Almo-Sakson Hannover Hanedanlığından bir Prensin ithaliyle Anglo-Sakson Hanedanının yani son isimleriyle Windsorların Büyük Britanya’ya çökmesi ve adayı İngiltere hâline getirmesi plânında Aşkenaz Yahudilerin parmağı olduğu biliniyor. 1650 gibi bu değişikliği sağlayan Pürüten sezaryeni Cromwell’in parlamento darbesini destekleyenlerin Felemenkli/Hollandalı Aşkenaz tefeciler olduğu hususunda da iddialar var. Zaten Stuart kralını “yüksek ülke”sine kovarak değişimi başlatan darbeyi yöneten Pürüten feodal beyi Cromwell’in yaptığı ilk iş, Yahudilerin, İngiliz tahtına oturan hanedanlardan üç Plantegenet ailesi ile onların ardından Tudorlar ve akabinde Stuartların onayladığı İngiltere’ye giriş yasağını kaldırmak oldu. İşte bu nedenle Stuartlarla Siyonistlerin yıldızı barışmaz!

“Alman Aşkenazlarını Britanya topraklarına kabul ederek onlarla 300 yıl ortaklık yapan ve bu kavim adına Siyonist ideolojiyi plânlayan ve de kavmin bu unsurunun ileri gelen Siyonist babalarını Osmanlı’nın üzerine salan Stuartlar değil, Windsorlardı” dense yalan olmaz. Ancak 2016 itibariyle “öküz öldü, ortaklık bozuldu”. Bu nedenle arkası üstü oturan Siyoncular, 2016 seçiminde, birlikte hareket ettikleri Stuart kontrolündeki ABD Demokratlarının, mağlûbiyetin arkasından da yüz verdiği bir unsur olamadı. Stuartlar için “yeni Amerika”yı kurmak üzere başlatılan “Çin serüveni” sırasında da etkin olarak Siyonistler yoktu.

Bu sırada İsrail Siyoncu yönetiminin, sözü edilen ara dönemi, kavmin bitişinin başlangıcı olarak gördüğünü de söyleyebiliriz. Ve hattâ her ihtimâle karşı, kendilerine bir “Yeni İsrail” aramak üzere harekete geçtikleri de vaki. Çünkü Kraliçe onları, ortaklıktan kovmakla kalmamış, Siyon ülkesinde bir yönetim değişikliğinin yani “İsrail’de Sefaradların dönemi”nin başlamasının düğmesine de basmıştı. İşin garibi, Siyonistler de bunun farkına varmışlardı. Belki de “1948 kuruluş gizli senedi”nden beri farkındaydılar. Türkiye Sabetayistlerinin 2023’te bitecek olan “yüz senelik Türkiye patronluğu”nun farkında oldukları gibi…

Saflar değişiyor

Kuzey Irak’taki bağımsızlık referandumunun arkasında, Siyonistler önemli bir dinamik olarak yer aldılar. Fakat ne Kraliçe, ne de Türkiye buna müsaade etti. Referandum başarısızlıkla sonuçlandı. Belki de o gün, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, “Eyvah, bittik!” demiştir Knsett’te. Fakat bitmediler. Çünkü Amerika yenilgisinden sonra “Binyılcıların gizli katmanları/paralel devletleri” diye sıfatladığımız “Tiananmen liberal Çin”ine göçen ve Stuartları Çin tahtına oturtmak niyetindeki “Binyılcı akıl”, bir şeyi unutmuştu: “Çin Devleti”nin köylü komünizminin kurucusu olarak Kraliçe, Mao’nun gizli patronu ve Sarı mülkün sahibiydi. Yani yüz yıl boyunca Hong Kong’da boşa oturmamıştı Windsorlular. Aslında Hong Kong, Çin’in gizli başkentiydi. Bu nedenle binyılcıların, kurtuluş için “yeni Amerika” olarak gördükleri Çin’de onları karşılayan da Kraliçe oldu. Ve “Majesteleri”, akrabası olduğu Stuart Prensine ülkeyi dar edeceğini gösterdi. Bunun üzerine Prens, Kraliçe’nin ortaklık önerisine “Evet” dedi. Öneri, Britanya’yı birlikte yönetmekle ilgiliydi.

O günden beri İngiltere, İngiltere değil, “Yeni Britanya”! Artık gerçekten de “iki İngiltere” var! Zira ülke, Stuartlar ve Windsorların ortak çocukları olan Mountbatten prenslerinden sorulmanın eşiğinde. Bu anlamda, 21’inci yüzyılda geçici olarak oluşturulan “Windsor analı ve Stuart babalı melez Battenberg Hanedanlığının” arkasından, bir sonraki yüzyılda Stuartlar tahta oturacaklar. Melez Battenberg nesillerinden gelen küçük prensler aracılığıyla ülke el ve format değiştirecek galiba.

Binyılcı Pentagon aklı, savaş boyunca karşılarında yer alan Sefaradları niye kabul etsinlerdi ki? Kabul edeceklerdi, çünkü Sefaradlar, kökü Mısır Piramitlerine dayanan “13 parçalı gnosis teknolojisi şifreleri”nin son iki parçasına sahiptiler. 

Kraliçe, Amerika’da kendisine meydan okuyan Stuartları yanına alıp onlarla aynı siyâsî partide ortak olan Aşkenazları arkaları üstüne oturtarak böylece oyununu kurmuş. 2016 yılı, “Demokrat ortaklığını” parçalayarak, böylece Binyılcıların Çin’de tutunamayacağını da göstermişti. Çünkü “Bir Kuşak Bir Yol” projesiyle Komünist Çin, “büyük patron”a biat ederek “parelel Çin”in etrafını, resmiyetin kendi yetkisinde oluşu nedeniyle kuşatmıştı. Ve tabiî “küresel ticaretinin” elini kolunu da budamıştı.

Bu durumda Binyılcılar, mecburen Amerika’ya tekrar döndüler. Giderken, yanlarında bulunan Stuart soyluları da artık onlarla değildi ve Kraliçe’yle birlikte Londra’nın yolunu tutmuşlardı. Bu noktada Aşkenaz Siyonistlere şans bir kez daha güldü ve böylece başlamış oldu “Binyılcı-Siyonist ortaklığı” dönemi. Ve devam ediyor…

Binyılcı-Siyonist ortaklığının oluşmasıyla birlikte bir şey oldu: Binyılcı-Sefarad ortaklığı bozuldu. Yani “iki cambaz” bir ipte tutunamadı. İşte “iki Yahudi sendromu” böyle bir sonucu doğurmuştu Amerika’da. Kavmin unsurlarının aynı ülkede bulunması mümkün görülmediği için bu kez de Sefaradlar, kendi “yeni Yahudiye”lerini kurmak üzere yer arayışına başladılar. İşte bu nedenle ve Maduro aracılığıyla oluşturuldu Sefaradların “yeni İsrail’i Venezuela” projesi. Ve bu nedenle “küresel mesele” oldu. Nasıl mı?

Sefaradlardaki iki şifre

Şimdi geriye gidelim ve Küreselci-Sefarad ortaklığının arka plânına bir bakalım…

İkinci Dünya Savaşı’na Avusturyalı Habsburglar ve Bavyeralılarla giren Sefaradlar, aslında savaşın arkasındaki gizli dinamikti. Windsorlarla ortak olan ve kendilerinin önüne geçen Aşkenazlara “Artık dur!” demek ve hattâ onları cezalandırmak düşüncesiyle ateşlemişlerdi İkinci Savaş’ı. Bu nedenle Hitler’in, daha savaşın ikinci haftasında saldırdığı yer, İngiltere oldu. Saldırı Anglo-Saksonlara değil, “Anglo-Sakson Siyonist yani İngo-Judik ortaklığını bozmaya yönelik bir hamleydi. Başarılı oldu. Ve kendisinin de Yahudi kökleri olduğu söylenen Hitler, bir haftada bitirdi İngo-Judik beyni. Ölüm fırınlarında Aşkenazları yakmaya başladı. Öyle zannediyoruz ki, Hitler’in bu hamlesinin arkasındaki Sefaradlar, işkencedeki Aşkenaz çığlıklarını zevkle dinlemiş olsalar gerek.

İkinci Dünya Savaşı başladığı gibi gitmedi. Savaşın son yıllarında, Sefarad-Habsburg ortaklığında kurulması plânlanan “Dünya Cermen İmparatorluğu” hayâlini kuranlar, hayâllerinin yarım kalacağını anlamışlardı. Yani yakında Hitler bitecek, Habsburgların tahtı başlarına geçecek, Güney Cermen bölgesi savaşı kaybedecekti. Belli olmuştu; bu sonu sağlayacak olan da henüz savaşa girmemiş olan ABD idi. Ya da Amerikan Devleti’nde, küresel Binyılcıların sızdığı “kripto Pentagon ordusu”...

Ama Pentagon’un finansörlerinin şartı vardı. Söz konusu savaştan sonra ülke, “Binyılcıların küreselci kurallarına” göre yönetilecek ve böylece bugünkü Amerika oluşturulacaktı. İşte bu nedenle Binyılcılar, Kraliçe’yle pazarlık hâlindeydiller. Pazarlık uzun sürmedi. Daha doğrusu, Kraliçe’nin pazarlık yapacak hâli kalmamış gibiydi. Bu yüzden üç yüz yıl, Aşkenazlarla beraber arzı yöneten ve güneş batmayan imparatorluk hanedanlığı, dünyadaki başat yetkilerini Amerika’ya ya da Binyılcılara devretme şartına râzı oldu.

Bu arada Sefaradlar, gelişmeleri yakından takip ediyorlardı. Savaşın sonunda ne yapacaklarının masası etrafında, kavmin istikbâlini çalışmaktaydılar. Tabiî ki Yahudi, asla kaybeden taraftan olmamasıyla bilinen bir ihanetin sabıkalısıydı. Bu nedenle karar verildi, Sefaradlar, henüz savaşın rengi belli olmadan saf değiştirmede yine mahzur görmüyorlardı. Yani Hitler ve Habsburg’la olan ortaklıklarını bitirerek Binyılcıların tarafına geçmek, artık onların tek hedefi hâline gelmişti.


Burada soralım: Binyılcı Pentagon aklı, savaş boyunca karşılarında yer alan Sefaradları niye kabul etsinlerdi ki? Kabul edeceklerdi, çünkü Sefaradlar, kökü Mısır Piramitlerine dayanan “13 parçalı gnosis teknolojisi şifreleri”nin son iki parçasına sahiptiler. Mevzubahis teknolojinin ilk 10 parçasının şifreleri ise Aşkenazların elindeydi. Zaten Aşkenazlarla Anglo-Saksonların ortaklığının üç yüz yıl sürmesinin nedeni, işte bu “10 gnosis sifresi” idi. Aşkenaz ve Windsor ortaklığı, “Al gülüm, ver gülüm” naifliğine binaen kurulmuştu. 1650’den yola çıkarak, 1701 yılındaki buhar makinesiyle...

Yani anlaşmaya binaen Aşkenazlar, ellerindeki “10 kadim şifre”yi peyderpey Windsorlara verecekler ve bu şifrelerden hareketle onlar da “Aryanik medeniyet”in dinamiği olan üstün “gnosis teknoloji”lerini oluşturacak ve buna dayanarak dünyayı fethe çıkacaklardı. Yani Aşkenazlar, Windsorlara “güneş batmayan dünya imparatorluğunu” teklif ediyorlardı. Bunun karşılığında da Aşkenazların düşmanı olan Sefaradların dünyadan izini silip, onların teolojisinin içinde imanî bir yer tutan Arz-ı Mev’ud’u Kuzey Yahudilerine teslim ederek...

Dememiz o ki, 1701 yılında buhar makinesinin icadı ile start alan Sanayi Devrimi ile başlayan Anglo-Judik başarının karşılığı olarak Aşkenazlar, Windsorlardan önce İsrail Devleti’ni, ardından tüm vaat edilmiş toprakları yani “Yahudi’nin Aden cenneti”ni almayı garantiliyorlardı. Ama bu, kolay iş değildi! Bölge, zamanın Amerika’sı sayılan Osmanlı’nın elindeydi. Ve o Osmanlı’yı yıkmak, Windsorların üç yüzyılına mâl oldu. Aşkenazlara ise, savurgan davranmaları nedeniyle “gnosis teknolojisi şifreleri”inin kaybına… Zira ortaklığın şartının yerine getirilmesi için Windsorların iştahı, Aşkenazlardan sürekli yeni şifre talep ediyordu. Yoksa Osmanlı’yı yıkmak mümkün değildi. Ya da gerçekten değil miydi? Yani Windsorlar, Osmanlı’yı yıkma zorluğunu gerekçe göstererek Aşkenazların gizli bilgilerini sıfırlamak niyetindeler miydi? Tabiî ki evet! Sonunda o bilgi sıfırlandı.

Kim sözünü tutmadı?

Peki, ne oldu o bilgi sıfırlanınca?

Elbette Sefaradlar, Sina çölü maceralarından biliyorlardı kendilerine verilen gnosisin/aşkın bilginin evvelini teşkil eden ilk “on şifre”nin Aşkenazlarda olduğunu. Ve o şifrelein içeriğinin de ne olduğunu. Galiba bu nedenle bekliyor ve şifrelerin sonunun gelmesini gözlemliyorlardı. Çünkü onlardan sonra sıra kendilerine yani kendilerindeki son iki bilgiye gelecekti. Bu kez kendileri kuytulara saklanacak, nüfusu sayılı kavimlerinin devamını sağlamak için sabırla bekleyecek ve kendilerini koruyacak olan efendilerinin kanatları altında korunacaklardı. Bu yüzden İspanya’dan kovulduklarında, Akdeniz’de çürük gemiler içerisinde bocalarken, altında korunacakları “korunaklı kanatlar”ın kimin kanatları olması gerektiğinin muhasebesini yaptılar. İhtimâl ki, ilk müracaat ettikleri merci Papa olmuş olmalı ve ona bağlı olarak Lâtin İtalyan şehir devletleri Venedik, Ceneviz ve diğerleri… Fakat yaptıkları etütün sonunda verdikleri karar, Lâtinler ve Papa’dan yana değil, Osmanlı’dan taraf oldu. Sefarad göçmenlerinin Osmanlı ile ortaklıkları 150 yıl kadar sürdü. Müddetin arkasından, Sefaradların önemli bir kısmı Memâlik-i Osmaniye’den ayrıldılar. Niçin?

“İspanya’dan kovulduklarında, Akdeniz’de dolaşırken, kendilerini koruyacak bir güçlü kanat altı arıyorlardı” demiştik ya, aslında, “Zamanın güçlü kanatlarının sahibiyle kıran kırana bir pazarlık yapıyorlardı” demek daha doğru olur. Tıpkı Aşkenazların, iki yüz sene sonra (1650) Windsorlara dönüşecek olan “Hannover Hanedanının babaları” ile pazarlık yaptıkları gibi… “Al gülüm, ver gülüm” yani… Aynı hesap! Kim kime ne verecek ve karşılığında ne alacak? Buna göre Aşkenazlar, Hannoverlilere teknoloji şifresi verecek, Hannoverliler de onlara Arz-ı Mev’ud’un tapusunu...

Aşkenazlar bu pazarlığı sadece Hannoverlilerle mi yaptı zannediyorsunuz? Hayır! Teklifi ilk önce zamanın Britanya kralına da götürmüş olmalılar. Yani İskoç kökenli Stuartlara... Fakat kan ya da ekol uyuşmazlığı sebebiyle İskoçlardan ret cevabı almış olsalar gerek. Bir de, red cevabı aldılar, çünkü Stuartların halefi olan Tudorlar, o sırada İspanya’da oturan Sefaradlarla anlaşmışlar ve Birinci Elizabeth’in İspanyol armadasını yendiği deniz savaşının yol taşlarını döşemeye başlamışlardı. Tıpkı Endülüs’ün sonlandırılması hususunda, ihtimâldir ki Papa’yla kurdukları gizli hat ve anlaşma gibi… Böyle bir gizli anlaşmanın yani can çekişmekte olan Endülüs’ü satmanın “Yahudi aklı”na ve “fitne maharetine” çok uyacağı kanaatindeyiz. Zira Yahudi tarihi, kavmin her iki unsurunun da karşılıklı olarak kemiğini siftimekte oldukları milletlerin iliğini kurutmadan önce, akabinde sofralarına koyacakları başka ulusların avlanmasına çıkışlarıyla dolu. Yani Yahudi tüccar, kavmin hangi parçasından olursa olsun, zayıflamaya yüz tutmuş ortağını satmaktan asla çekinmez. Bu anlamda, kendisine yeni yeni kocalar aramayı da ihanet saymaz.

Sefaradlar, Endülüs zayıfladığında, üzerine binecekleri yeni anka kuşunun kanat seslerini takip ediyor olmalıydılar. En azından bir kısmı... Bu kanat sesi onlara, Güney Fransa’nın Katalon bölgesinden gelmiş olmalı. Çünkü orada, daha önce sözünü ettiğimiz, Sefaradların teolojik akrabaları olan kripto Kathar Ezoterikleri yaşıyordu. Hani Haçlı Seferleri dümenini döndüren şövalyelerin torunları… Ve Sefaradlar, o torunlar üzerinden belki Fransa kralına, İtalyan devletlerine ve büyük ihtimâlle Papa’ya dahi ulaşmış olsalar gerek. Yani Sefaradlar Endülüs’e ihanet etmişlerse şayet, bu nedenle eşeğin aklına karpuz kabuğunu düşürmüş olsalar gerek. Ve bu nedenle Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella evliliğiyle kurulan yeni Katalan Hanedanı, “yorgun Endülüs”ün son temsilcisinin ülkesini dümdüz ederek “İspanya Birliği”ni kurdu.

Endülüs’ün bitişi ve İspanya Birliği’nin kuruluşuyla birlikte kavmin bir kısmı kripto Katolik oldu. Hep böyle olur zaten. Diğer kısmı ise ülkeden kovuldu. Akdeniz’de çürük gemiler içerisinde dolaşırken, pazarlık yaptığı ülkelerin başında elbette Osmanlı geliyordu. Peki, neydi pazarlıktaki şartları? “Al gülüm, ver gülüm!” Hep böyle olur. Kudüs Aden’ini/cennetini ve Arz-ı Mev’ud’u istediler ve “Biz de verelim size imparatorluk olmanın nesnelerini” dediler. İhtimâl, bu pazarlık yapıldı ve devrin Osmanlı Padişahı İkinci Bâyezid tarafından kabul gördü. Elbette bu pazarlıkta, o sırada Papalık’ın elinde bulunan Cem Sultan da bir ara unsur olarak yer almış olmalı.

Burada ve Cem konusunda bir kuşkumuzu da söylemiş olalım: Cem Sultan’ı Fransa Kralına teslim eden devrin Papa’sının onu yarı yolda zehirlediği söylenir. Cem’i gerçekten Papa mı zehirledi, yoksa bu işte Sefarad parmağı mı var? Bu suikastte Sefaradların zehir ilminde mâhir kimyagerlerinin ne kadar rolü oldu? Bildiğimiz şu ki, siyâsî suikastler Yahudilerin eski mesleği… Kavimlerinin çıkarı ve istikbâli açısından ya kendileri bizzat suikastler yapmakla ya da suikast yapma potansiyeli taşıyanları kışkırtmakla sabıkalıdırlar. Olmadı, baskın bir oranla suikastlerde kullanılacak zehir bunlardan temin edilirdi o zamanlarda. Örnek mi? Koca Fâtih’in Papalık eliyle zehirlenmesinde rol alan hekimbaşı Yakup Efendi gibi…

Toparlayalım… Sonuçta Sefarad mültecileri, İkinci Bâyezid’le anlaşmış oldular. Kemal Reis’in gemileriyle Osmanlı’ya taşınarak İzmir, Selânik, Edirne ve İstanbul gibi şehirlere yerleştirildiler. Fakat o kadar sabırsızdılar ki muhtemel pazarlıkta koştukları şartın yani Arz-ı Mev’ud’u fethinin bir an önce gerçekleştirilmesini istiyorlardı. Galiba onların bu isteğine Sultan Bâyezid, aynı acullukla cevap vermedi, veremedi. Bu yüzden Şehzâde Selim’i (Yavuz) kışkırttıklarını söyleyebiliriz. Fakat bu kışkırtma işinin Sefaradlar tarafından yapılması kadar Aşkenazlar eliyle yapıldığını da söylemek mümkün. Ya da ikisi birden…

Çünkü Şehzâde Selim, eşi üzerinden Kırım’a, oradan da Aşkenazlara yakın bir duruşun sahibi... Bununla birlikte, siyasette oyun kurucu aynı zamanda. Bu yüzden Sultan Yavuz’un Sefaradlarla babasının şartlarında anlaşmış olduğunu ve bir bakıma kayınbiraderleri diyebileceğimiz Kırım soyluları ile ilişkili Karaimler ile Kırımçaklar üzerinden Aşkenazları da yedekte tutmuş olduğunu düşünüyoruz. Bu çift taraflı politikanın netîcesi mi? Bir darbeyle “Baba Sultan Bâyezid” tahttan indirildi ve Şehzâde Selim, “Sultan” oldu.

Yeni Sultan, cülûsunun hemen arkasından, bir ihtimâl, mevcût pazarlığın gereği olarak tabiî, Sefarad tefecilerinin bir miktar parasıyla teşkil ettiği ordusuyla Fırat havzasına hâkim olan Dulkadiroğlu Beyliği’ni ele geçirdi. Peşi sıra İran’ı vurdu; akabinde Orta Doğu’ya indi ve o coğrafyayı topraklarına kattı. Sonra da Nil havzasının Mısır’ına geçti. Yani Arz-ı Mev’ud’un tamamını ele geçirdi. Ya sonra?

Kanaatimiz o ki, artık dünya imparatoru olan Yavuz, ülkesinde mülteci olarak barınan bir avuç “Sefaradlı çıfıtın” gönlü olsun diye imparatorluğunun yarısını onlara verecek değildi ya, sonrasında çok yaşamadı, ihtimâl bu ki zehirlendi. “Zehirde parmağı olan kim?” derseniz, deriz ki, “Cem Sultan için dediğimizi hatırlayınız”. Sefarad Yahudileri, Osmanlı’nın bu oyununu asla unutmadılar. Yazdılar intikam defterlerine!

Yavuz’un, Mısır Seferi’nin arkasından çift taraflı politikasının ikinci hamlesini yaptığını da görüyoruz. Kırım’dan, bir kısım Türk soylu Karay Yahudisini İstanbul’a taşıyan Sultan Selim, onları Galata’nın alt ucuna yerleştirdi. Yani Karayköy’e (bugünkü Karaköy)… “İyi mi etti?” diye sorulacak olursa, bu hamle Yavuz için kendi zamanında iyi bir politika sayılabilirdi, lâkin Osmanlı’yı, batışına kadar “fitne kavmi”nin her iki kolunun mücadele alanı hâline getirmiş oldu. Zaten ondan sonra Osmanlı sarayı, “iki Yahudi hizbinin” arasında gitti geldi.


Yavuz’dan sonra 46 senelik Kanunî dönemi ve peşi sıra karısı Sefaradlı olan Sarı (İkinci) Selim geldi. Denir ki, “İkinci Selim şaraba meraklıydı. En çok da Kıbrıs şarabını severdi. Ama o sırada Kıbrıs, Venediklilerin elindeydi. Yani Padişah’ın, Kıbrıs şarabına ulaşması çok kolay olmamaktaydı. Sultan Selim, bu sorunu aşmak için kendince bir yol aradı ve adayı ele geçirdi. Böylece ünlü Kıbrıs bağları kendinin oldu”. Tabiî ki bu, tamamen yanlış bir yorum! Gerçeği ortaya koymak için şöyle diyebiliriz: Sefaradlar İkinci Selim zamanında, Arz-ı Mev’ud için ikinci bir hamle yaptılar. Ve böylece Padişah’a karısı aracılığıyla Arz-ı Mev’ud’un önemli bir parçası olan Kıbrıs’ın fethini önermiş olmalılar. Önerinin iyi tarafı, adanın fethinin mâli kısmının Sefarad tefecilerce karşılanacak olmasıydı. Bu nedenle kavmin soylu ya da zengin ailelerinden olan “Nassi Hanedanı”nın Prensi Yozef Nassi, adanın alınmasına finansör oldu. Ve Selim’in sipahileri Nassi’nin kredisiyle adayı düşürürken Prens Yozef de Avrupa saraylarında, “Kıbrıs kontu/kralı” olarak tanışma turuna çıkmıştı. Sonuç mu? Yozef’in hevesi kursağında kaldı. Çünkü İkinci Selim de tıpkı dedesi Birinci Selim gibi davrandı. Dedesinin yolundan gidip eline geçirdiği stratejik adayı bir avuç Sefaradlıya Yahudi kontluğu yapacak değildi ya, işte bunu da Sefaradlar, kavme yapılan ikinci ihanet saydılar ve Osmanlı ile yollarını ayırdılar!

Bundan böyle altına sığınacakları yeni kanat, Sefaradlar açısından Osmanlı değil, 1453 yılından itibaren Lâtinleri, İtalyan Katolizmini ve derin Roma’yı Osmanlı’nın hışmından korumak isteyen Papa’nın oluşturduğu Habsburgların Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun krallarının kanadıydı. Bu nedenle Sefarad büyükleri Viyana’ya müracaat ettiler. Dilekçeleri kabul edilen kavmin ileri gelenleri, Macaristan üzerinden Avusturya’ya göçtüler. Tabiî ki geride kriptolarını bırakarak... Böylece onların Habsburglularla maceraları İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam etti. Osmanlı’nın, geride kalan Sefarad kriptolarla imtihanı da 2023 yılına kadar sürecekti. Neyse ki 2000 yılında “çıfıt dükkânı” kapandı. Tabiî Sefarad kriptolarının yine geride artıklarını bırakmasıyla… Yani ikinci sınıf kripto filmi hâlâ devam ediyor.

Siyonist İsrail hangi şartla kuruldu?

Artık en başa dönüyoruz! Bağlayalım konunun uçlarını birbirine…

İkinci Savaş’ın sonuna doğru Habsburglar ve Hitler’in yenileceği anlaşılınca, Sefaradlar için yeniden göç mevsimi gelmişti. Kavim bundan sonrasında altına sığınacakları yeni kanat arayışına giriştiler. Zaten onların tarihi dönem dönem bu arayışlarla tekrarlanagelmişti. Son arayış sırasında “Küreselci binyıl Amerika’sı”, İkinci Savaş’ı sonlandırmak amacıyla Windsorlu Kral ile anlaşmaya çalışmaktaydı. Anlaşma mümkündü ve bu sebeple geleceğin devedişi, küreselleşmeye aday olan Amerika olacak görünüyordu. İşte bu yüzden Sefaradlar, Binyılcıların kapısını çaldılar. Tabiî ki kurulan masa, pazarlık masasıydı ve yine “Al gülüm, ver gülüm” konuşulacaktı.

Sefaradların ellerinde iki sayfalık “gnosis gül şifre”si saklıydı ya, hem de şifrelerden birincisi; Hitler’in gizli laboratuvarlarında çözümün eşiğine ulaşmış ve nükleer güce bir parmak kalmış hâldeydi. Amerika kendilerini kanatları altına alır ve tabiî Arz-ı Mev’ud konusunu kendilerinin lehine sonlandırmaya söz verirse, onlar da “birinci şifre”nin henüz pratiğe dönüşmemiş olan teorik plânlarını yani eşikte bekleyen ilk nükleer bombayı (belki bununla birlikte 12’nci şifreyi de) Pentagon Binyılcılarının emrine verebilirlerdi. Anlaşma sağlandı. Sefaradların iki gnosis şifresinin ve hususiyetle nükleer gücün ne demek olduğunun farkına varan Pentagon generalleri, daha doğrusu Binyılcı akıl, İngiliz Kralıyla imzaları atmakta en ufak tereddüt göstermedi. Tabiî ki bu minvâlde bir tereddüt Kral’da da yoktu. Böylece İkinci Dünya Savaşı’na Binyılcı Amerika iştahla dâhil oldu.

Fransa sahillerine yapılan Normandiya çıkarmasından bir hafta sonra Habsburgların “Dünya Cermen Krallığı”, onu kurmaya çalışan “Çavuş Hitler” ile birlikte ayaklar altında çiğnendi gitti. Bir bakıma savaş, başladığı hızla bitti. İngiltere kurtuldu, Windsorlu Kral yeniden tahtına kavuştu ama bir eksik vardı. Nükleer bomba henüz denenmemişti. İddia o ki, Hitler’in bitişiyle birlikte, onun müttefiki olan Japon İmparatoru da savaşa son verme kararı almış ve Amerika’ya teslim için müracaat etmişti. Fakat ABD Binyılcıları ve Sefarad fizikçileri, Japon İmparatoru’nun beyaz bayrağını görmezden gelerek onu dinlemediler. Ellerindeki “şişman adam ve onun küçük çocuk atom bombası”, sıcağı sıcağına masum Japonların üzerinde denedi ve “birinci şifre”yi gerçek yapmayı başardılar. Böylece savaş bitti fakat dünya yeni bir döneme, “nükleer çağ”a girmiş oldu.

Ve Sefaradlarla Amerikan Küreselcilerinin koalisyon devri böylece 1946’da başlamış oldu. Bu olaydan iki yıl sonra İsrail Devleti kuruldu. Hem de Siyonistler adına… Bu garip değil mi? Hayır, değil! Zannediyor musunuz ki İsrail Devleti, Siyonist Aşkenazlarla İngiliz Kralı’nın uzun ortaklığının semeresi olarak ve Aşkenazlara hediye olsun diye hayata geçirildi? Hayır! Hani denir ya, “1916 Balfour Deklarasyonu’ndan sonra kurulmak için gün sayan İsrail Devleti’nin nüfus ihtiyacını karşılamak üzere Almanya’daki Yahudiler Filistin’e yönlendirildi de onlar bu önermeye çok sıcak bakmadılar ve bunun üzerine Hitler de Yahudileri, sözünü dinlemedikleri için fırınlara doldurup yakarak cezalandırdı”. İşte biz bu fikirde değiliz! Haydi denildiği gibi olsun… Bu bağlamda devam edelim konumuza...

Kanaatimiz o ki, Siyon Devleti bir ihtimâl, Sefarad aklının ve Binyılcı akılla yaptığı anlaşmanın eseri olarak Amerikan Küreselcileriyle İngiliz Kralı arasında varılan bir gizli anlaşmayla hayata geçirildi. Tabiî ki Hitler, böyle bir anlaşmada yoktu, olamazdı da. Zaten sözünü ettiğimiz anlaşma, Führer’in (!) bitişinden sonraki süreç kapsamında değerlendirilebilir ancak. “Ausvisch fırınları”, savaşın ilk yıllarında ateşlenmişti. Siyonist ülke, denildiği gibi savaştan yaklaşık üç yıl sonra kuruldu. Kanaatimizce şartlıydı ve geçici bir süreliğine yani 21’inci yüzyılın katastrofunun sonuna kadar Aşkenaz Siyonistlere verilecekti. Böylece Sefarad Yahudileri, 75 sene sonra ülkeye el koymaya geldiklerinde, bu arada kuruluşunu tamamlamış, çevresindeki düşmanlarını savaşarak sindirmiş, bekâsını nükleer güçle tahkim etmiş, sınırlarını genişleterek haritada yerli yerine oturmuş, hızla kalkınarak cennet olma şartlarını yakalamış ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmekle kalmayarak onları Yahudi ideallerinin vassalları hâline getirmiş bir halde teslim alacaklardı.

Bunun için çetin bir süreç gerekiyordu. Sefaradların bu çetinlikteki kuruluş döneminin tehlikelerini kaldıracak nüfusları olmadığı gibi, onlar kavmin heba edilemeyecek kadar kıymetli son hazineleriydiler. Ellerinde nükleerin arkasından gelecek olan “gnosisin 12 şifresi” vardı. Bu nedenle onlara Aden cennetini hazırlayacak olan Aşkenazlar, 2023’e kadar kadar canla başla çalışmak zorundaydılar. Ondan sonra, tarihin başından beri dünyada yaşanan, neredeyse tüm savaşların arka plânında fitneci parmaklarıyla var olan “iki Yahudi”den biri tarihten silinmiş olacak ve belki de dünya siyaseti durulacaktı…

Ahit Sandığı nerede?

Günümüzde Siyonistler eliyle oluşturulmuş bir devlet var: İsrail… Böyle bir lokma ortada ve elinin altıdayken, İngiltere aklı neden 2016 seçimlerinde onu dışlasın ve Binyılcılara armağan etsindi ki? Ya da Majestik akıl, Windsor’un 300 yıllık emeğini yok sayarak böyle bir şey yapar mıydı? Hayır! O hâlde “ölen öküz ve bozulan ortaklığın” arkasında çok ciddî bir başka plânın varlığı yatıyor olsa gerekti.

21’inci yüzyılda Kraliçe, kendisini Stuartlara satan Siyonistlerin ipini çekmeye hazırlanıyordu ya güya, bu plân kapsamında tabiî ki Aşkenazlar, kiracı oldukları ülkelerini hem de kendi elleriyle can düşmanları Sefaradlara teslim etmeye yanaşmayacaklardı. Bu tavır, tabiyatıyla “gizli kuruluş plânı”na mugayir bir davranış olacaktı. İşte Aşkenazların böyle olası bir tavrını engellemek için Windsorlarla arasına “kara kedi” girmesi gerekiyordu. Bu kara kedi, 2016 seçimlerindeki Siyonistlerin Demokratlar tercihi oldu.

Seçimi Cumhuriyetçiler kazandı. Böylece Demokratlarla siyaset ortağı olan her grup, Kraliçe’nin kara listesinde yer almış oldu. Siyonistler ve İsrail de… Siyoncu ülkede artık el değiştirmenin zamanının geldiği ve İsrail Devleti’nin Sefaradlara teslimi konusu, seçimlerden önce kulislerde, sonra ise Majestik masada konuşulmaya başladı. Birkaç seneden beri bu nedenle fakir, “Galiba İsrail’in el değiştirme vakti geldi” deyip duruyordu. Buydu İsrail’i ve Siyonistleri İngiltere’den kopartan ve Amerika’da Stuartların hâkim olduğu Demokratlarla ittifak yapmaya iten saik. İsrail’deki bekâlarını sağlama almak düşüncesiyle girdikleri 2016 seçimlerinde bekledikleri zaferin gerçekleşmemesi, Siyonistlerin yanlış ata oynadıklarını herkese göstermiş oldu. Hay Allah, bunu nasıl yapmışlardı? Durumun telâfisi için ortada doğru at da kalmamıştı.


Bu resim onlar için bitişin başlangıcı ve kulaklarını tırmalayan dedikoduların gerçek olduğunun ve bu gerçeğin kapılarını dövmek üzere olduğunun işaretiydi. Siyonistler bu nedenle bir kez daha çöktüler ve devletlerinin ellerinden alınacağı fikrini kabul etmiş olarak 2015 yılında kaçacak delik arar oldular. Bu yüzden Barzani’yle anlaşıp Kuzey Irak’ta bir “küçük İsrail” hayâli kurmak adına referandumu tetiklediler, onu da başaramadılar.

Ama şans yüzlerine bir kez daha güldü. Seçimlerden bir süre sonra Demokratlarla yapılan ittifak bozuldu ve Stuartlar, Windsorularla anlaştı; Küreselci binyıl yapılanması, Çin’de tutunamayacağını anlamış olarak tekrar Amerika’ya döndü. Bu dönüş, Binyılcıların Demokrat politikalarında Amerikan Siyonistlerine olan ihtiyacını gün yüzüne çıkarmaktaydı. Şans da buydu! ABD’ye dönüş, aynı zamanda Orta Doğu’ya da dönüştü Binyılcılar açısından. O nedenle Pentagon’un küresel akla bağlı CENTCOM generalleri aynı yıl Orta Doğu cephesini genişleterek Suriye’ye girdiler. Pentagon’un, “yeni Suriye cephesi”nin bir ucu İsrail’e dayanmaktaydı. Binyılcıların bu coğrafyada Tel Aviv’den başka müttefiki yoktu. Bu nedenle Binyılcı Siyonist ortaklığının yenilenme durumu, burnunu göstermiş olmaktaydı.

Kraliçe açısından Balfour-İsrail projesinde Siyoncu Aşkenazların son bir görevleri daha vardı; can düşmanları olan Araplarla ittifak kurmak... Bu nedenle ABD Başkanı Trump, 2017 yılında iş başına gelir gelmez yaptığı ilk ziyaret serisinde Suudi Arabistan, İsrail ve Vatikan’a gitti. Çünkü bölgede büyük patron olan Kraliçe böyle istiyordu. Ziyaretin amacı, Siyonistlerin son görevi olan Arap-İsrail ittifakını sağlamaktı. Diğer ayak olarak da Vatikan’la Londra’nın tarihî anlaşmasının düğmesine basıp “Evanjelist Katolizm” ve “Lâtin Amerika Vatikan’ı projesi”ne yol vermek vardı. Her ikisi de şu an işlemekte...

Kraliçe aklı ve Trump eliyle kurulan Arap-İsrail ittifakı, Çin yenilgisiyle tekrar ABD’ye dönen Binyılcıların da işine gelmişti. Onlar da bu ittifak sayesinde, “Sünnî dünya’nın kuzeyi”ndeki 15 Temmuz yenilgisine karşılık güneyde kolay bir zaferin kuyruğundan yakalamışlardı. Bu bağlamda Armegeddon sahrasında Türklere karşı birtakım Kürtlerden sonra yeni bir kıyamet halkı oluşturmanın sesiydi kulaklarına ulaşan. Binyılcıların küresel kıyamet hususundaki sıkıntıları, “Kuzey Ordusu”nun önüne çektikleri canlı Kürt kalkanının Türk kılıcı karşısında kolay parçalanır bir araç oluşuyla ilgiliydi. Ama artık Siyonistlerle el sıkışan Araplar da kıyametin bir parçası olmaktaydı. Böylece onlar terörist YPG’lileri parasal yönden destekleyecek ve kıyamet hattını güçlendirerek Türklerin işini zorlaştıracak ve ayaklarına bağ olacaklardı. Şimdilerde bunu yapıyorlar. Zannetmeyiniz ki, kıyametin canlı kalkanlarına 23 bin kamyonluk Amerikan silahlarını Trump ABD’si veriyor, Arap parası ile oluşturulan bu donanımda Binyılcılar, sadece aracı tücar!

Fakat Arap-İsrail ittifakını Sefaradlara İsrail ülkesini hazırlamak için el altından başlatan Kraliçe, bu hamlesinin kendisinden daha çok Binyılcılara yaradığını görünce emretti ve bu yüzden Başkan Trump, ABD devlet askerlerini Kuzey Suriye’den çekti ama kamyon kamyon silaha müdahale edemedi.

Söz konusu Arap-İsrail ittifakıyla Yüzyılcılar ve Binyılcılar, amaçları ayrı olsa da bir süreliğine araçta birleşmiş oldular ya, bu durumu diken üstüne oturmuş hâlde izleyen Sefarad aklı hiç de hayra yormadı. Kraliçe’nin “Sefarad imanı”nın parçası olarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti kabul etmesi, Siyonistlerin zaten umurunda değildi. Zira onlar için başkent, eski Samiriye kentiydi. Bu nedenle tınmadılar. Hattâ bu atağın “Sefarad İsrail’i”ne hazırlık olduğunu da biliyorlardı tabiatiyle. Buna karşın Başkan Trump’ın söz konusu başkent kararı, bu gelişmenin birinci tarafı olması icap eden Sefaradları da ikna etmeye yetmeyen bir hamle olarak yandı ve söndü. Yani Sefaradlar ne Kudüs’e dönmeyi, ne üçüncü tapınağı inşâ etmeyi düşündüler. Fakat anlamış oldular ki, gerek Binyılcılar ve gerekse Yüzyılcılarla olan yakınlaşma ihtimâli mümkün değil! Bu nedenle İkinci Savaş’tan kalma Sefarad-Binyılcı ittifakı, 2016 seçimlerindeki Siyoncuların tercih edilmesi hasebiyle zaten sarsılmış, hattâ bozulmuştu. Son Arap-İsrail ittifakının netîcesinde oluşan Binyılcı Siyonist ortaklığı da, zaten bozulmuş olan Sefarad-Binyılcı ittifakını, hattâ muhtemel Windsor-Sefarad müttefikliğini de neredeyse düşmanlığa çevirmiş durumda. Bu minvâldeki gelişmeler, Sefaradlar açısından Amerika’yı bitirdi ve ülkeden kaçışı tetikledi. Nereye? Lâtin Amerika’nın tâcı gibi duran Venezula’ya… Çünkü…

Yeni sette ne var?

Kavmin elindeki “13 bilgi”den söz ettik. 10 bölümü Aşkenazların, 2’si Sefaradların… Aşkenazlar 10, Sefaradlar ise 2 kabileden müteşekkil çünkü. Peki, “13’üncü şifre” nerede?

Sefaradlar, ellerinde bulundurdukları “birinci nükleer şifresi”nden sonra yanılıp yenilerek Binyılcı Amerikalılara kaptırdıkları “ikinci dijitalizm şifresi”nin sonunda, henüz menşei bilinmeyen “13’üncü şifre”nin de kendilerine ait olduğunu iddia ediyor ve “müflis ya da züğürt Yahudi” olmaktan çok korkuyorlar. “Birinci müflis ve züğürt Yahudi” hâline gelen Aşkenazların ellerindeki son “10’uncu şifre”yi açıkgöz tüccar Windsorlara kaptırdıktan sonra geldikleri nokta malûm.

Züğürt Aşkenazları Windsorlar, İngo-Judik ortaklığın akabinde İsrail yönetiminden ve hattâ peşi sıra da dünya üzerinden yok etmeye karar vermiş görünüyorlar. Küçük bir ön kıyamet savaşıyla… Bu nedenle Siyonistler, belki de Türk ordusu tarafından elenecekler. Ya da kadere râzı olarak, uzak bir mikronezya adasında tecrit edilecekler. Fakat Siyonistlerin, böylesi bir kadere katlanacakları kanaatinde değiliz. çünkü Negev çölünün Dimona üssünde bir miktar “Siyonist atom bombası” bulunmakta. Üstelik 2019’un Mart ayında, küresel Pentagoncuların Siyonistlerin elindeki demode bombaları yenileriyle değiştirdikleri ve son model bir savunma hattı kurdukları iddiası ortalıkta dolaşıyor. Bunun devamı olarak, İncirlik’teki benzeri demode bombaların yeni modellerle değiştirildiği de söylenmekte.

Sefaradlar, Aşkenazların yaptığı hatâyı yaparak, Amerikan Küreselcilerine ellerindeki 2 şifreyi birden kaptırdılar. Tarihî bitişin kendilerini beklediğini de biliyorlar. Kurtuluş için ellerinde tek argüman, “13’üncü bilginin” kendilerinde olduğu iddiası, hattâ yalanı… Fakat Aşkenazlar durumun farkındalar. Bu yüzden tanığı oldukları durumu, yıllar yılı “13’üncü kayıp kabile” kodlamasıyla dünyaya ve muhataplarına anlatmaya çalıştılar. Peki, nerede son kabile ve son şifre?

Diyelim ki, bu kabile/şifre hakkında hiçbir bilgi yok, ancak 13’üncü şifrenin “Ahit Sandığı”nda olduğu, söz konusu sandığın da hâlen Kudüs’te ve Mescid-i Aksâ’nın altında saklı tutulduğu, İsrail’in yıllardan beri bu nedenle Mescid’in altını oyduğu söylenmekte. Bu söylentiyi çıkartan da bizzat Siyonist İsraillilerin kendileri olsa gerek. Dertleri, bu mıntıkadaki tüm Musevî, İslâm ve Hıristiyan hatıralarını enkaz hâline çevirmek ve muhtemel bir “Siyonist bitiş” sırasında, kendi ölümleriyle birlikte mezara tüm insanlığı, İslâm, Hıristiyan ve Musevileri de birlikte götürmek için bir kıyamet savaşı fitili tutuşturmak… Yani “atom gücü”nün düğmesine ilk basan olarak kendi “Dimona bombalarını” kullanabilecek bir fırsat yaratmak…

Peki, Ahit Sandığı nerede?

Sefaradların yalanına mecburen inanmak durumunda olan Windsorlar, bu nedenle Sefaradlarla ittifak peşinde. Onun için İsrail toprağını müflis Siyonistlerden boşaltıyor ve ülkeyi onların egemenliğinden alıp diğer Yahudilere teslim etmenin plânını kuruyorlar. Böylece “Aryanik Batı medeniyeti”ne suni solunum yapıp bir tâze kan katarak dünyanın son döneminde de başrol oynamak istiyorlar.

Bu istek sadece Windsorlara mahsus değil, Sefaradlara “Sefarad” adını veren İspanyollar ve Portekizliler de kayıp gnosisin peşinde. TabiÎ Bavyeralılar da… Ya biz Türkler? Ankara’nın böyle heyecanla karşıladığı bir arzudan söz edebilir miyiz? Şimdilik kayıtsız gibi Türkiye yönetimi böyle bir ittifaka. Görünen yüzüyle Ankara, Sefaradlarla illâ ki bir ittifak kurmak niyetinde değil. Zaten doğru olan da bu! Fakat Sefaradların Türkiye ve Türkler üzerine bir ittifak plânında olduğundan söz etmek mümkün görünüyor. Çünkü kavmin bu klanı, kendileriyle müttefik olmak isteyenlere çok teşne davranmıyor. Ama Türkiye konusunda durum böyle değil.

Sefaradların alternatif kurtuluş yolları

Sefaradların ittifak konusunda kafaları karışık. Aslında o kadar da karışık sayılmazdı. Ancak kayıp bilgi yalanının ortaya çıkacağı düşüncesiyle Windsorlardan kurtulmak üzere yeni bir müttefik aramaya giriştiler. Biliyorlar ki, Kraliçe’nin Trump eliyle ortaya koyduğu hamlelerle husule gelen, Sefarad imanına uydukları takdirde yarın Kudüs’e dönmek, son tapınağın inşâsına başlamak ve kıyamet savaşının fitilini ateşlemek için Mesih’in/Meşiyah’ın/Yağlanan Kral’ın gelişini beklemek ve eğer Mesih gelirse onun peşinde yürüyen Armageddon savaşçıları olarak dünyaya meydan okumak zorunda kalacaklar. Ve ikinci korkuları da bu! Bu da kavmin bitişi demek…

Sefarad Yahudileri, ne kadar inanmış görünüyor olsalar da Mesih’in kendileri için gelmeyeceğini biliyorlar. Her bir Sefarad bireyi bu “teolojik kuşku”sunu kendine saklıyor, dışa vuramıyor. Onların Meşiyah umutlarının damarı, tâ Hazreti Muhammed’in gelişiyle birlikte kesilmiş, bitmişti. Hattâ Hazreti Îsâ’nın gelişiyle beraber... Hatırlayınız Medîne Yahudilerinden, Sevgili Peygamberimizle karşılaşır karşılaşmaz İslâm olan Abdullah Bin Selam’ın kıssasını… Tâ o zamandan beri Yahudi rûhanileri, boş bir hayâl ve sahte bir umudun peşinde “kavmin zavallıları”nın binlerce yılını kendi çıkarları için harcamaktan çekinmediler. O zavallılar da bu harcama karşısında susup inanmış göründüler. Kavmin içinden neşet eden her “sahte mesih”in arkasından bu inancın bir kez daha erozyona uğradığı bir hakikat olsa gerek. Bugün gelinen dilimde bu inanç, iflas etmiş görünüyor. Bu durumu destekleyen teolojik argümanların dışında bir başka bir Yahudi gerçeği daha var: Kavmin özelde her bir ferdinin, genelde tamamının, harcayamayacakları kadar para biriktirmiş olmaları…

Mesih’ten umudunu kesmiş ve sonunda sadece hesabındaki parasına umut bağlamış olan bu insancıklar, kadar Yahudi rûhanileri de tapınağın damına inmesi giderek zayıflamış olan Mesih’in gelmeyeceğinin ve Armageddon’un ve kurulacak “Yahudi cenneti Aden”in hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğinin farkında oldukları söylenmekte. Aden bir yeryüzü cenneti ya, günümüzün parasının hesabını bilmeyen Yahudi popülasyonu, herhangi bir ülkede kendi cennetini kurabilir, Aden kimin nesine?!

Aşkenazlarla Anglo-Saksonların ortaklığının üç yüz yıl sürmesinin nedeni, işte bu “10 gnosis sifresi” idi. Aşkenaz ve Windsor ortaklığı, “Al gülüm, ver gülüm” naifliğine binaen kurulmuştu. 1650’den yola çıkarak, 1701 yılındaki buhar makinesiyle...

Hazreti Îsâ ve hHazreti Muhammed gerçeklerine inanmayan Meşiyah yanlıları, yüzlerce yıldan beri sahte Meşiyahlar çıkartıp durdular. Bunların çıkışı esnasında Yahudi toplumları sıkıntı içindelerdi. Her dara düştüklerinde ilâhî bir kurtarıcı beklediler ve kavim mensupları, dünyanın sıkıntılarından bîhaberdiler. Hattâ bizzat kendileri insanlığın sıkıntı sebebiydiler Filistin örneğinde olduğu gibi. Fakat bugünün Sefarad Yahudileri, Kraliçe’nin açtığı yoldan Kudüs’e gidip üçüncü tapınağı inşâ ederek anasının-atasının yüzlerce yıldan beri beklediği son kurtarıcının gelmediğini görünce bir boşluğa düşeceklerinin farkındalar. Kesine sona şâhit olduklarında Musevîlik inancı da noktayı koymuş olacak.

Hülâsa, artık çok zengin olan Sefarad Musevîleri, Meşiyah’ın yokluğuna şâhit olmaya da, birilerinden hesap sormaya da niyetli değiller. Onun için başkent Kudüs’e dönmezler, son tapınağın inşâsına da kazma vurmazlar, Armegeddon kıyametinde de rol almaya yanaşmazlar. Doğal olarak kendilerini buna zorlayan Kraliçe’nin plânına da uymaz, onunla ittifak kurmazlar. Böylece dinlerini ve inançlarını da kurtarmış olurlar. Bunun için bir “yeni Kudüs”, bir “yeni tapınak” ve bir “yeni Meşiyah masalı” gerekiyor onlara. Bu nedenle eskinin “iman şehri Kudüs”ten hazzetmeleri zor. Yani “Torah bir kez daha elden geçirilse iyi olacak!” diyorlar galiba. Bu ameliyenin sonunda “yeni Kudüs”, şimdilik Venezuela’nın Caracas’ı olacakmış gibi görünüyor. Fakat ne Binyılcılar, ne Papa, ne Kraliçe, ne de ABD onlara Venezuela’yı yedirir. O hâlde ne yapsın Sefarad Yahudileri? Akdeniz’e çürük gemilerle değil, modern yatlarla çıkıp iltica edecek yeni kanat altı arasınlar… Müracaat edecekleri yer belli: Windsorların İngiltere’si, İberyalılar ve Osmanlılar yani Türkiye...

Ha bir de İran var. Çünkü Yahudilikteki Meşiyah inancının temelini atanlar, Persiya Zerdüştleri… Yani Zerdüştlerin beklenen son kurtarıcı Mesih’i, Yahudilikte Meşiyah adını alan Saoşi ya da Şaoşyant… Son yıllarda İmam Humeyni anlayışından uzaklaşıp Kral Kryos’un emperyal çizgisini tercih ettiği anlaşılan İran, son kurtarıcı inancını aşıladığı Sefaradları sığınmacı olarak kabul eder.

Peki, Kudüs’e gidip Mescid-i Aksâ’yı yıkıp üçüncü tapınağı yaparsa Sefaradlar, bunun karşısında Filistinliler ne yapar? Onlar dışındaki Arapların bir şey yapmayacakları anlaşıldı ama Türkiye bu duruma sessiz kalabilir mi? Bundan sonrası Türkler için “Artık Allah ne verdiyse!” ölçüsünde gelişecektir. İş bu noktaya gelebilir mi? Zannetmiyoruz. Sefaradların “kıyamet tetikleyicisi” olmaktan korktuğunu söylemiştik ya, buradan hareketle bu toplum, inşâ ettiği üçüncü tapınağın bir “barış tapınağı” olup kıyamet savaşının artık gereksiz bir inanç unsuru sayılması gerektiğini vazedebilir.

Deniliyor ki, “Yahudilerin Yağlanmış Kralı, gökyüzünden dijital yöntemlerle indirilecek bir sahte Mesih olacak”. Bu iddia doğru olabilir fakat gökyüzünden dijital Mesih indirme plânının Binyılcılara ait olacağını tahmin edebiliyoruz. Zira dijital işler onların tekelinde. Bu yüzden dijital Mesih, Sefaradların kabul edeceği “yağlanmış son kral” değil elbette. Onlar için bir “son kurtarıcı” gelecekse, bunun Buckingham Sarayı’nda, Yahudi teorisine göre yetiştirilmiş, muhtemelen İbraniceyi anadil ölçüsünde konuşan bir Windsor prensi olmalı. Büyük ihtimalle o kendisini “Herod Hanedanından” sanmakta. Ya da sanacaktır…

Her iki durumda da “yağlanmış son kral”dan istenecek son şey, 13’üncü şifre. O da kendisinden istenen son kutsal bilgiyi dönüp Sefarad büyüklerinden talep edecektir. Ancak yalan anlaşıldığında, Sefaradların sonu da Siyonistler gibi olmak durumunda. Kontrollü savaşta Siyonistleri kim tepelemişse, aynı güç Sefaradları da yok etmek üzere harekete geçecektir. Bu nedenle korkmakta Sefaradlar ve bu yüzden Amerika’daki Binyılcılarla ilişkilerini kopartarak Venezuela’ya kaçtılar. Gelinen siyaset göstermiş oluyor ki, Sefaradların teo-hayâllerini oluşturabilmeleri namümkün! Papa ve Kraliçe ortaklığı buna müsaade etmedi, etmeyecek. Binyılcılar ise çoktan kapatmış vaziyetteler kapıları. Ve bu ihtimâller kapsamında gelişiyor 2023’ten sonrasına doğru yürüyen Türk-Sefarad ittifakı... Bekleyip göreceğiz.

Son söz

Bu süreçte kimisi çıkıp, “Biz, Yahudilere gargat ağacı olmayı hazmedemiyoruz. Geçmişte bunlara gargat olup koruması altına alan Osmanlı’nın hazin sonu bize ders vermeli” diyebilir. Biz de diyelim ki gargat ağaçlarının dikileceği rivâyet edilen toprakların sahibi olarak, günümüzdeki İsrail’in egemeni olan Yahudiler, Sefarad değil, Siyonistler. Türklerle bu kavim arasında bir savaş olacaksa, bu savaş, Siyoncularla olacak, Sefaradlarla şimdilik bir çatışma ihtimâli görünmüyor. Bundan sonra da namümkün… Çünkü kavmin insan genetiğinde ya da uzun tarihî seyir içerisinde genelinin savaşma yeteneği yok. Nüfusları da buna yetersiz. Sefaradların son siyaset bağlamındaki taraflarını ve tavırlarını iyi gözlemlemek lâzım. Batı ülkelerinde zaman zaman yapılan Siyonist protestolarında Filistinlilerle yan yana duran Sefaradları televizyonlarda görüyor olmalısınız. Bunun gibi, kavmin bu unsurunun hem İran, hem de Türkiye ile ilişkileri sıcak. Bu durumu daha çok “Medîne Sözleşmesi” ile değerlendirmek gerek.

Ayrıca iki Yahudi’nin de fitneci huyları deşifre olmuş durumda. Bu nedenle ortaya çıktı Binyılcılar “yeni fitneciler” olarak. Yani artık kimsenin dizginlerini bu iki kavmin ellerine vermesi ihtimâl değil. O nedenle bir türlü başlayamıyor bir üçüncü dünya savaşı. Zira “iki Yahudi”nin de böyle bir sona katlanacağını zannetmiyoruz. Zira böyle olursa fillerin ayakları altında telef olup gidecekler. Bu yüzden bazı ilâhiyatçı kanaatleri doğruysa, köşeye sıkışmış olan Sefaradaların İslâmlaşacağını sanmaktayız. Günümüz şartları, o yöne doğru seyretmekte. Meselâ Venezuela Devlet Başkanı Maduro biraz daha sıkıştırılır ve dâvâsında sona dayanırsa, “Allah-u Ekber!” diye bağırmaya o kadar yakın ki...

Nuh kavmi bilgisinin ve günümüzdeki global paranın neredeyse tamamına yakınını ellerinde tutan Yahudi kavminin, elindekini paylaşmaktan başka şansı kalmadı; bundan sonra da yok! Ortaya attığımız tez doğruysa, Siyoncular saklı bilgilerini harcadı, Sefaradların elindeyse mevzubahis bilginin son sayfası kaldı. Peki, Türkiye neden bu bilginin peşine düşmesin? Üstelik İslâmlaşmaya bu kadar yakın olan Sefaradlar söz konusuysa? Hattâ İslâm’ın dünyayı kavramaya ve kapsamaya doğru yürüyen hakikat yolculuğundaki önlenemez yükselişi sürerken?