12 Eylül Darbesi sonrası Zincirbozan Faciası

Zincirbozan esareti haberini mağdurlardan önce gazeteci Yavuz Donat duymuş ve Süleyman Demirel’e bildirmişti. İkisi BTP’li, yedisi CHP’li, yedisi AP’li tam 16 politikacı sürgüne gönderiliyordu. Aslında Zincirbozan sürgünleri için önce yurtdışında bir yer düşünülmüştü. Pakistan’a gönderileceklerdi. Sonradan bundan vazgeçildi ve Çanakkale’de karar kılındı.

BU yazımızda, bundan 36 yıl önce, 8 Ağustos 1983 tarihinde 12 Eylül darbecileri tarafından dönemin bazı siyasilerine uygulanan Zincirbozan esareti faciasını sizlerle paylaşacağız.

Dönemin siyâsî yapısı

12 Eylül 1980 darbecileri, tıpkı 27 Mayıs darbecileri gibi uzun süre hükûmet edemeyeceklerini bildiklerinden, üç yıl sonra yeniden çok partili hayata geçilmesi için düğmeye bastılar.

Darbeciler önce iki partili bir sistem için çaba harcamışlardı. Bu yüzden yeni dönemde iki merkez sağ, bir de merkez sol parti olacak ve iktidar bu partiler arasında el değiştirecekti. Onların dışındaki partiler parlamentoda ya hiç temsil edilmeyecek ya da çok zayıf olarak temsil görebileceklerdi.

Uzun dönem hiçbir iktidarı bulunmayacak bir hükûmetin oluşturulma çabasındaki darbeciler, bunu bir toplum mühendisliği gayretiyle ince ince plânladılar. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, bu yapıyı çeşitli mahfillerde ifade etmekten çekinmiyordu: “Ona göre seçimlere sağda iki, solda bir partinin girmesine müsaade edilecekti. Böylece sol oylar parçalanmamış olacak, sağ oylar ise Anayasa’yı değiştirecek kadar bir sağ partide toplanamayacaktı.” (Birand, 1999:262)

Darbeciler uzun plânlamaların ardından sağ partiyi emekli General Turgut Sunalp’e kurdurma kararı aldılar. “Turgut Sunalp’in sahaya sürülmesi operasyonunu General Necdet Uruğ yürütmüştü.” (Yaşar, 1990:137)

Darbeciler sol kanattaki partiyi ise Millî Şef İsmet İnönü’nün uzun süre Özel Kalem Müdürlüğünü yapmış Müsteşar Necdet Calp’e kurdurmak istiyorlardı.

Devrik Başbakan Süleyman Demirel ise o günlerde olanları dikkatle takip ediyor, yapılmaya çalışılan toplum mühendisliği çalışmasını “Başbakanlığın üç odasından üç parti doğurmak istiyorlar” (Altuğ, 1992:90) şeklinde tanımlıyordu.


Çok partili hayat ile ilgili gong darbeciler tarafından çalınınca, bu konuda en erken hareket eden Demirel oldu. Çünkü Demirel, bu konularda hem antrenmanlıydı, hem de kurmaylarını başka partilere kurucu olarak kaptırmak istemiyordu. “Demirel bu amaçla emekli general arayışı başlattı. Gümüşpala formülü olarak nitelenen general arayışında üç generali gözüne kestirmişti. ‘Bunlar Turgut Sunalp, Bedrettin Demirel ve Ali Fethi Esener’di.” (Yaşar, 1990:130)

Emekli General Ali Fethi Esener, darbeci General Evren’in tanımlamasıyla “Dinine bağlı, namazını kaçırmayan, içki içmeyen bir şahıstı” (Arcayürek, 1999:129). Demirel, Ali Fethi Esener’e parti kurdurarak siyâsî yasağı kalkınca bu partinin başına geçmek istiyordu. Demirel, Evren’e bir yandan “Kan çanağı içinde oturmuştur”(Arcayürek,1999:70) diye gönderme yaparken, bir yandan da 20 Mayıs 1983 günü Esener’in başkanlığında Büyük Türkiye Partisi’ni kurdurdu. “Bir gün sonra 144 eski AP’li milletvekili BTP’ye girince, Evren âdeta çileden çıktı.” (Birand, 1999:257)

O günlerin parti kurucu aktörlerinden biri de Darbe Hükûmeti’nin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’dı. Sonraki yıllarda Türk siyasetinin en önemli figürlerinden biri olacak Turgut Özal’a bazı askerler kota uyguluyorlar, “havaalanlarında VIP salonlarından giriş-çıkış yaptırmıyorlardı” (Birand, 1999:259). “Bazı paşalar ise Özal’ın henüz siyâsî parti kurucusu olarak siyâsî arenada yer almasını ve Başbakan olmasını kabullenememişlerdi. Belki de bu düşünceyle MGK’da 7 ANAP kurucu üyesini veto etmişlerdi.” (Yaşar, 1990:118)

General Turgut Sunalp için asıl zorluk, partiyi kurduktan sonra başladı. Her şeyin sütliman gideceğini zanneden Turgut Sunalp, bir süre sonra siyaset sahnesinin kaygan zemininde tutunmak için çabalamaya başladı. Turgut Sunalp, MGK üyelerinin kendisine karşı yürüttükleri bu soğuk kampanya üzerine istifa resti gösterdi. Sunalp’in istifası son anda önlendi. Ancak Konsey üyeleri tavırlarını sürdürdüler. Tıpkı diğer partilerin kurucularını veto ettikleri gibi, MDP’nin tam 74 kurucusunu da veto etmişlerdi.

21 Eylül günü gerçekleştirilen vetoda Halkçı Parti’den 89, ANAP’tan da 81 aday veto edilmişti. Sunalp, 74 kişilik vetoyu, kendilerine karşı atılmış büyük bir kazık olarak kabul etti. Başına gelenleri Faruk Gürler olayına benzetti. Çünkü Sunalp’in Evren’e özel rica ile verdiği 13 kişilik liste dahi veto yemişti. Turgut Sunalp, “Ben bu adamların bize kazık atacaklarını zaten biliyordum. Ancak şeref sözü verdim, bu seçime gireceğim” diye olayı noktalamıştı. TRT’de, seçimlerden önce Parti Genel Başkanları açıkoturumu ise paşaların Turgut Sunalp’e son kazığıydı. Çünkü Sunalp bu açıkoturumu hiçbir zaman istememişti.

Darbeciler tarafından kurulmasına müsaade edilen üçüncü parti ise Necdet Calp başkanlığındaki Halkçı Parti’ydi. “Başbakanlıkta Ulusu ve Özal ile yan yana odalarda çalışan Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp, ‘Parti kur ve başına geç’ teklifini kabul etmişti.” (Birand, 1999:260)

Sol cenahta aslında değişen bir şey yoktu. Kendine solcu diyen partiler, 27 Mayıs darbecilerine teklif götürüyorlardı. CHP çizgisinin devamı olan Sosyal Demokrasi Partisi’ne (SODEP) meylettiğini söyleyen Salim Başol’a, daha sonra bu parti ile birleşen Halkçı Parti’den de kuruluş aşamasında siyaset teklifi gelmişti. Halkçı Parti Genel Başkanı Necdet Calp, gazeteci Can Ataklı’nın büyük amcası, 27 Mayıs darbecisi Mucip Ataklı’ya da partisinde siyaset teklif etmişti. (Dinçerler, 2011)

Darbeciler, Halkçı Parti’nin kurulmasına izin vermişlerdi ama partinin her yaptığını adım adım izliyorlardı. Halkçı Parti’yi önce vetolarla sarsmışlar, sonra da “Necdet Calp’i sürekli sıkıyönetime çağırmaya başlamışlardı”. (Uncular, 1992:12)

Aynı günlerde sol kanatta SODEP isimli bir başka parti daha kurulmaya çalışılıyordu. Ancak ikinci sol parti Necdet Calp’i rahatsız etmişti. Çünkü o, tek bir sol parti üzerine kurgulanmış siyaset sahnesinde rol almak üzere görevlendirilmişti. Necdet Calp, MGK yetkililerine giderek, “SODEP’e izin verilirse ben bu işi bırakırım” (Yaşar, 1990:51) şeklinde açık bir tehdit savurdu.

Aynı yılın Mayıs ayı çok hareketli geçmişti. Ardı ardına üç parti kuruluş başvurusu yapmıştı. Ancak MGK tetikte bekliyordu. Ali Fethi Esener’in başkanlığında kurulan BTP’yi MGK, 31 Mayıs günü kapatmıştı.Sırrı Atalay’a göre darbeciler, “kendi yaptıkları Anayasa’ya daha 7 ay geçmeden kendileri aykırı davranmışlardı”. (Atalay, 1986:36)


Ve Zincirbozan Faciası geliyor

Darbeciler hijyenik bir siyaset alanı istiyor, yeni dönemi tamamen bir toplum mühendisliği çalışması ile kendileri inşâ etmeyi plânlıyorlardı. Çok geçmeden bu düşünce doğrultusunda tavırlarını ortaya koyarak bir mıntıka temizliğine giriştiler. “Başta Demirel olmak üzere bazı AP’li ve CHP’li siyasetçileri Zincirbozan’a zorunlu ikâmete gönderdiler.” (Arcayürek, 1999:128)

Zincirbozan esareti haberini mağdurlardan önce gazeteci Yavuz Donat duymuş ve Süleyman Demirel’e bildirmişti. İkisi BTP’li, yedisi CHP’li, yedisi AP’li tam 16 politikacı sürgüne gönderiliyordu. Aslında Zincirbozan sürgünleri için önce yurtdışında bir yer düşünülmüştü. Pakistan’a gönderileceklerdi. Sonradan bundan vazgeçildi ve Çanakkale’de karar kılındı.

Zincirbozan’a vardıklarında, Demirel yapılanlara itiraz eder ve şöyle der: “Sizi sıkıntıya sokmayız ama bizi buraya getirmekle sizler de kanun dışı birtakım şeylere alet oluyorsunuz; bu yasadışı davranışların hesabı sorulacaktır, bunun bilinmesinde yarar vardır.” Komutanlar, “Biz emirleri uyguluyoruz” şeklinde karşılık vererek işin içinden sıyrılırlar. Mağdurlardan CHP’li Sırrı Atalay’ın tabiriyle “204 adımlık özgürlük(!)” günleri başlamıştır.

Süleyman Demirel, gazeteci Cüneyt Arcayürek’e 22 Ağustos 1983’te yazdığı mektupta, Zincirbozan olayını kendine has üslûbuyla şöyle yerden yere vuruyordur: “Zincirbozan’da suç yoktur. İtham yoktur. Şimdiye kadar kimseye ‘Şu suçu işlediniz, savununuz kendinizi’ denilmemiştir. Ama ceza vardır. Yargısız, suçsuz, savunmasız bir ceza... Bu bir insanlık ayıbıdır.”

Süleyman Demirel, 1983 yılında yaşadığı bu olayı 1930’lu yıllarda Dersim Olayları üzerine yaşanmış “Seyit Rıza Olayı” ile bağlantı kurarak anlatmaktan da çekinmiyordur. Demirel şöyle diyordur mektubunda:“O gün ona yapılanı bugün demokrasiye yapıyorlar. Günümüzün Seyit Rıza’sı demokrasidir.” (Arcayürek, 1999:155)

8 Ağustos 1983 günü mahpuslar sıra ile Zincirbozan Müfreze Komutanı Binbaşı’ya, Zincirbozan’daki “mahpusluğun”, “sürgünün”, “kalebentliğin” Anayasa’ya, insan haklarına ve devlet nizam ve geleneğine aykırılığını vurgulayarak Millî Güvenlik Konseyi’ne ulaştırılmasını istediklerini bildiren yazıyı verirler. “Hüsamettin Cindoruk ile Mehmet Gölhan ise bu bildiri girişimine katılmazlar. Cindoruk ve Gölhan’ın başvuruları dışında 14 ayrı başvuru yapılır.” (Atalay, 1986:221)

Ancak MGK’ nın tepkisi gecikmez. Zincirbozan’daki Müfreze Komutanı Binbaşı, mahpusların telefon konuşmalarına Millî Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği’nin yazılı emriyle kısıtlamalar getirildiğini bildirir. Ayrıca mahpuslara sözlü, yazılı veya telefonla demeç verme yasağı da gelir. 15 Ağustos tarihli London Times, Zincirbozan olayını ele alır. Haberde, “Türkiye’de bu sonbaharda yapılacak genel seçimler, soldan ve sağdan 16 eski siyasal liderin birlikte hazırladıkları bir memorandumda aldatmaca olarak yerildi. Memorandumun bir kopyası, bir Türk tecrit kampından gizlice kaçırılarak Times’e ulaştı” denilmekteydi.

London Times’de yayınlanan memorandum ve haber, Kenan Evren ve arkadaşlarını fazlasıyla rahatsız eder. Olaya tepki vermekte gecikmezler ve işe kendi komutanlarından başlarlar. Önce Zincirbozan ile ilgili amiral, daha sonra Zincirbozan Müfreze Komutanı Binbaşı görevden alınır, yerlerine yenileri atanır.

Zincirbozan mahpuslarına yapılan bazı uygulamalar ise hiç unutulmayacak şekilde hafızalarda ve vicdanlarda yer eder. Bunların başında, bir dönem Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet etmiş, 75 yaşındaki eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in eşine yapılan muamele gelir. “20 Ağustos 1983 günü, eşini ziyarete gelen Çağlayangil’in eşinin çantasının aranması, mahpuslarca hayret ve şaşkınlıkla karşılanır. Yapılan arama rencide edici, mağdurların ifadesiyle ‘tahammülü güç bir olay’ olarak nitelenir.” (Çağlayangil, 1990:257)

Eski Ulaştırma ve de Millî Savunma Bakanı AP’li Saadettin Bilgiç ise sağlık sorunları ile Zincirbozan’ın duvarları arasında âdeta sıkışmıştır. Eski Bakan Bilgiç hatıratını bunu şöyle kaydeder: “Doktorun raporları üzerine Zincirbozan Komutanlığı eliyle Sıkıyönetim Komutanı Muavini’ne bir yazı gönderir. Fakat yazı geri çevrilir. Eski bir bakan, muayene ve tedavi için başvuracak merci bulamamıştı.” (Bilgiç, 1998:290)

16 siyasinin Zincirbozan Askerî Cezaevi’ndeki esaret hayatı, yaklaşık 4 ay sonra, 2 Kasım 1983 günü son bulmuştur.

 

Kaynaklar

Altuğ Kurtul (1992), Demokrasinin Yaralı Yılları, İstanbul, Tekin Yay.

Arcayürek Cüneyt (1999), Demokrasi Dönemecinde 3 Adam, Ankara, Bilgi Yay.

Atalay Sırrı (1986), Bir Ömür Politika, İstanbul, Milliyet Yay.

Bilgiç Saadettin (1998), Hatıralar, İstanbul, Boğaziçi Yay.

Birand M. Ali (1999), Demirkırat, İstanbul, Doğan Kitap

Çağlayangil İhsan Sabri (1990), Anılarım, İstanbul, Güneş Yay.

Uncular Betül (1992), İşte Böyle Bir Meclis, Ankara, Bilgi Yay

Yaşar Muammer (1990), Paşalar Politikası, İstanbul, Tekin Yay.