DÜNYAYI her açıdan
sarsan, ölüm sayılarında 1 milyon 41 bin 823’e, virüs tespit edilen kişi
sayısında 35 milyon 398 bin 976’ya ulaşan “Koronavirüs” salgınının ülkemizde
ilk görüldüğü 11 Mart’tan bu yana yaklaşık 7 ay geçti.
Bu
süre zarfında kabullerimin, pratiklerimin, dikkatlerimin ve hassasiyetlerimin
ne çok değiştiğini yeni yeni fark edebiliyorum.
Tüm
insanlığın kapısını ansızın çalan ve ölüm tehdidiyle hızla yayılan
“Koronavirüs”, sadece solunum yollarımızı ve ciğerlerimizi hasta etmekle
yetinmeyecek kadar tehditkâr biçimde varlığını sürdürüyor.
Rûhumuzun
ve kalbimizin bedenimizden daha fazla tesir altında kaldığını düşünüyorum.
Çünkü dilsiz ve ifadesiz bir değişim sürecine maruz kalıyor olmanın baskısı
altında görünmez hasarlara yol açabilecek kadar uzun ve riskli bir dönemden
geçiyoruz.
Öngörülen
şartlara uymak, kendi hayatlarımızı, sevdiklerimizin sağlığını düşünmek ve
etrafımızdaki insanların sıhhatini riske atmamak için özel gayret sarf ederken,
sâbit zannettiğimiz alışkanlıklarımız ne çok değişmiş meğer!
Meselâ
sevgimi sarılarak göstermek, sayısız kelimeyi yan yana dizmekten daha anlamlı
gelirdi bana. Uzun zamandır sarılmadığım ve sarılmayı özlediğim dostlarım ve
öğrencilerimden uzaklaşmak normalleşti dünyamda.
Ev
işlerinde aşırı titizliği zaman israfından sayar, kâfi miktarda temiz olunması
gerektiğini savunurdum. Ancak şimdilerde evimin ve ellerimin klor kokuyor
olması, içimi rahatlatan bir teminat gibi…
Sağlıklı
beslenmenin protein, karbonhidrat, vitamin değerlerini hesaplamak olmadığını,
nimetlerin ilâç değil, şükre vesîle birer ikram olduğunu savunurdum. Kulağa
gelenekçiymişim gibi gelebilir, “Bir somun
ekmek, bir baş soğan olsun, huzurlu olsun” diyenlerdendim. Fakat pandemi
süresince kök sebzeleri, kırmızı gıdaları soframızdan hiç eksik etmediğimi fark
ettim.
Evimizin
kapısını dostlar, komşular çalarsa ardına kadar açar, sevinçle gülümser, içeri
buyur ederdik. Şimdi öyle mi? Her gelen risk, her getirilense temizlenmeye
muhtaç…
Kimselerle
olmazdı hiç işim. Hep kendi kendine koşan, hakikat ufkuna ulaşmak için
çabalayandım. Seyretmezdim kimseyi. Ama artık öyle değil. Şu yedi ayda sayılı
kere dışarı çıkmışsam, kim ne kadar mesafede, maskesini nasıl takmış, yemek
yemek için çıkardığı maskeyi içe doğru mu, dışa doğru mu katlamış gibi detay
kontrolleri yapacak biçimde etrafımdakilere bakarken yakalıyorum kendimi. Dışarıda kullanılan maskelerle eve
girilmesine, araba aynalarından sallanan maskelere sinirleniyorum.
En
komik ve komik olduğu kadar durumun vahâmetini izhar eden ise, bir dönem, film
seyrederken görüntüdeki kalabalıklardan rahatsızlık duymam ve filmin
kahramanları birbirine sarılmışsa uyarma ihtiyacıyla yanıp tutuşmamdı. Çok
şükür, bu tür görüntülere reaktif tepkiler vermekten tez kurtuldum, ancak içine
düştüğüm psikolojik handikapı yoka sayamıyorum.
Hayatımın
zâhir alanlarına ait verebileceğim pek çok örnekten sadece birkaçı olan bu
örnekler de ne ki, mânen de değişime uğruyor kabullerim…
Meselâ
bir vasiyet hazırladım. Ne tuhaftır ki, öğrencilerine, “Bildiklerimi, tavsiyelerimi, tecrübelerimi sizlerle paylaşıyorum. Not
kaygısı, sınıf geçme plânı yapmadan istediğinizi hemen alın, kalanı cebinize
koyun, bir gün lâzım olur. İstemiyor, gerekli bulmuyor musunuz? Atölyeden çıkar
çıkmaz aklınızı boşaltın. Kendinize fuzuli yük yapmayın” diyen ben, bol
nasihatli, hasene defterimi açık tutmak adına epey beklentili, az mal, çok tavsiye
barındıran bir vasiyetti yazdığım…
Geçtiğimiz
günlerde, yedi aydır evden neredeyse hiç çıkmadan dergilerimizin işleri,
sitemizin ve gazete yazılarıyla meşgul olmak, üstüne üstlük her şeyi yıkayıp
paklamak, kardeşlerimden, dostlarımdan, öğrencilerimden uzak kalmak beni bir
hayli yorgun düşürmüş olmalı ki rahatsızlandım.
Ben
istirahat hâlinde iken, eşimin işten gelip telâşla beni okuduğunu ve ihlâsla üzerime
üzerime üflediğini görünce sevinmek yerine delireceğimi söyleseler dünyada
inanmazdım. Ama oldu. Hâlim olmadığından taşkınca bir tepki veremesem de, bir
gayret, “Nefesin şifâ değil, cezâ olabilir” diyerek üflememesi gerektiğini
söyledim.
Duâlı
bir nefesten böylesi imtina etmek de neyin nesi? Hâlbuki, üste para veresim
gelirdi eskiden; Allah’ın âyetlerini severek, isteyerek okuyan birini bulsam
diye…
Öte
yandan, paha biçilmez teselliler buldum bu süreç zarfında.
Meselâ
araç gereçlerden, eşyadan, giyim kuşamdan arınıp bedenimden azâde olacak sâfî
rûh kesildiğim zamanlar yaşadım.
İlkbahar,
yaz ve şimdi de sonbahar… Üç mevsimdir dışımdaki iklimden mahrum kalmak,
kalbimdeki mevsimlerle hemhâl olmamı sağladı. Rûhum, adlandırılmış ne varsa
tümünden azat oldu. Kalbimde açtı bahar çiçekleri, aklımda doğurdum güneşi,
gecelerin karanlığını temizlikten saydım, ayı duâlarıma şâhit kıldım.
Adımı
söyleyenler azaldıkça, kim olduğum, kimlerde ne kadar yer tuttuğumun parsel
ölçüsü değişti, dökülüverdi “Ben” nidâları dilimden. “Bensiz” kalmanın
hafifliğini yaşadım. Adı bilinmez bir vazîfeli olduğumu daha iyi anladım.
Kendimi
ağırlamayı öğretti bu tenhalaşma hâli bana. Kimse için giyinmedim, kimse için
değildi pişirdiğim yemekler, düzenlediğim masalar, hazırladığım ikramlar…
Kullandığım eşya sayısı azaldı meselâ…
Kendim
için giyindim, aynaya baktığımda dışımdan çok içimi seyretmeyi öğrendim.
Zamanın ne kadar uzun ve ne çok şey yapabilecek kadar değerli olduğunu gözlerimden
okudum.
Sıyrılamadığım
kalabalıklar zorunlu şartlarla çekiliverince eteklerimden, giydiğim elbisenin
kumaşından çiçekler derleyecek, omzuma aldığım şaldan şefkat devşirecek, tek
başıma yudumladığım kahve eşliğinde kalbimle söyleşecek kadar büyüdüm. Şimdi
içime içime düşüyor sararmış yapraklar, ömrümün sonbaharında olmanın melâlini
ağırlıyorum rûhumda.
Hızın
sarhoş edici tesirinden, telâşın sömüren ellerinden, trafiğin bir canavar gibi
zamanı çiğneyen dişlerinden korunduğumu anladım.
Evlerimiz
emek verdiğimiz nispette yuva oluyormuş. Pek zahmetli ama bir o kadar bereket
geliyormuş mutfakta düzenli tencere kaynayınca, gözlerimizi sokaktan alıp
evimize odaklanınca… “Yetmez” dediğimiz yetiyor, “Biter” değimiz ne varsa
çoğalıyormuş. Ev, ocak olup tütüyormuş...
“Şey”lerden
ümidimi kesip duâlarımın “ne”liğine odaklandım. Sevdiklerimden uzak kalmanın, onlara
sarılamamanın sancısından, kendi kollarımla kendime sarılmanın gücünü doğurdum.
Güç
yetirilmez, kontrol edilmez bu imtihanda acziyetimin idrakine vardım. Tek
başına haşrolacağımız hakikatine erişmek için hâlâ staj yapıyorum.
***
Tüm
bunlar benim küçük dünyamda gerçekleşirken, dünya durmuyor, aynı hırsla dönüyordu.
Ve yeniden şekillendirilirken, güç dengeleri değişirken, sınırlar ihlâl
edilirken, ülkeler arasında antlaşmalar imzalanırken, hâdler aşılırken,
hesaplar yapılırken, pandemi nedeni ile ölüm sayıları artarken, ülkemin ve
devletimizin istikrarlı ve dirâyetli tutumuyla gurur duydum.
Libya’da Hafter’i sahneden indirirken, Lübnan’da
kardeş olmanın mümince duruşuna örnek olurken, Doğu Akdeniz’de “Güçlü
Türkiye”yi inşâ ederken, Batı’nın şımarık çocuğu Yunanistan’ın şakalarına
gülerken, Karadeniz’in sularından geleceği aydınlatacak kaynağın müjdesini
verirken, teröristlere hâd bildirilirken, Azerbaycan’da işgalcileri yerle bir
eden S/İHA’ların haberi dünyayı sarsarken, enerji yatırımları yapılırken, pandemi
boyunca dara düşmüş ülkelere yardımlar yollanırken, solunum cihazlarıyla şifâ
olunurken, içinde bulunduğum coğrafyanın kaderine ve güçlü bir devletin himâyesinde
olduğuma şükrettim.
ABD’nin, İsrail’in, Mısır’ın, Fransa’nın,
Birleşik Arap Emirlikleri’nin insanlığı köleleştirecek plânları varmış, ne gam!
Her birine bir dik duruş manifestosu sunan, dünyaya lider nasıl olunur,
nasıl durulur, haksıza hâd nasıl bildirilir, haklıya hak nasıl teslim edilir,
mağdura ve mazluma nasıl kol kanat gerilir gösteren, millete nasıl Başkanlık
edilirin örneğini sunan Recep Tayyip Erdoğan’ın ömrüne ömür diledim…
Ve şairin, “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet/ Güneşten başını göklere yükselt/
Avlanır kim sana atarsa kement/ Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet” dizlerini
okuyup onur kuşandım!
Milletimizin sabır ve sebatına, sağlık
çalışanlarının fedakârlığına, evlerimize kadar hizmet getiren kuryelerin
gayretine hayran kaldım.
Muhalefeti ihanet etmekle eşdeğer tutan,
Haçlıların hain plânlarına maşa olanları anlamak için pek gayret sarf ettiğim söylenemez.
Devletine rağmen, devletçiliğe rağmen, vatan sınırlarının haklarını, milletin
menfaatlerini gözetme basiretine haiz olamayan muhalif parti liderlerine akıl
fikir diledim.
Gün gelir, muhalefetin devletçisi de olur. FETÖ’den
daha niteliksiz bu devlet düşmanı muhalefet partileri de “Tek vatan, tek
bayrak, tek devlet, tek millet” mottosundan nasiplerini alırlar elbet!
Dünya değişiyor, liderler değişiyor,
sistemler yenileniyor, anlayışlar başkalaşıyor, kabuller dönüşüyorsa, CHP yüz
yıllık kronik ahvalini korumakta direniyorsa, ölü kahramanlarından zırh,
fosilleşmiş siyâset algısından istikrar, çağ gerisinde kalmış iptidâî
fanatikliğinden ilericilik kotaracağına inanıyorsa, bilinsin ki, kendi kuyusunu
kendi elleriyle kazıyor.
Göreceğiz; gün gelecek, zaman devinecek ve bu
Batı/lın maşası hükmündeki muhalefet, ya devlet için, milleti için, hürriyet
için siyâset yapmayı öğrenecek yahut yerine devletçi bir muhalefet ikâme
edilecek!
***
“Değişmem” zannediyor insan. Değişmez
zannediliyor coğrafyaların kaderi. Değişiyor. Şartlar ve imkânlar insan rûhu
üzerinden buldozer gibi geçiyor ve insan başkalaşıyor. İnsan değiştikçe
değiştiriyor tüm sınırları, şartları, kuralları ve kabulleri…
Ve her ne geliyorsa başına, ne ile uğraşıyor,
neyi aşıyor, neyi başarıyorsa, hepsinde dâhli olduğunu unutmanın gafletiyle
kendinden uzaklaşmanın kefaretini dün deprem, bugün pandemi, yarın afet fark
etmeksizin, değişen adlar altında ödüyor.
İnsanların, coğrafyaların kaderi, kederle
yeniden tanzim ediliyor!