11 Mart 2020’den bugüne

“Değişmem” zannediyor insan. Değişmez zannediliyor coğrafyaların kaderi. Değişiyor. Şartlar ve imkânlar insan rûhu üzerinden buldozer gibi geçiyor ve insan başkalaşıyor. İnsan değiştikçe değiştiriyor tüm sınırları, şartları, kuralları ve kabulleri…

DÜNYAYI her açıdan sarsan, ölüm sayılarında 1 milyon 41 bin 823’e, virüs tespit edilen kişi sayısında 35 milyon 398 bin 976’ya ulaşan “Koronavirüs” salgınının ülkemizde ilk görüldüğü 11 Mart’tan bu yana yaklaşık 7 ay geçti. 

Bu süre zarfında kabullerimin, pratiklerimin, dikkatlerimin ve hassasiyetlerimin ne çok değiştiğini yeni yeni fark edebiliyorum.

Tüm insanlığın kapısını ansızın çalan ve ölüm tehdidiyle hızla yayılan “Koronavirüs”, sadece solunum yollarımızı ve ciğerlerimizi hasta etmekle yetinmeyecek kadar tehditkâr biçimde varlığını sürdürüyor.

Rûhumuzun ve kalbimizin bedenimizden daha fazla tesir altında kaldığını düşünüyorum. Çünkü dilsiz ve ifadesiz bir değişim sürecine maruz kalıyor olmanın baskısı altında görünmez hasarlara yol açabilecek kadar uzun ve riskli bir dönemden geçiyoruz.

Öngörülen şartlara uymak, kendi hayatlarımızı, sevdiklerimizin sağlığını düşünmek ve etrafımızdaki insanların sıhhatini riske atmamak için özel gayret sarf ederken, sâbit zannettiğimiz alışkanlıklarımız ne çok değişmiş meğer!

Meselâ sevgimi sarılarak göstermek, sayısız kelimeyi yan yana dizmekten daha anlamlı gelirdi bana. Uzun zamandır sarılmadığım ve sarılmayı özlediğim dostlarım ve öğrencilerimden uzaklaşmak normalleşti dünyamda.

Ev işlerinde aşırı titizliği zaman israfından sayar, kâfi miktarda temiz olunması gerektiğini savunurdum. Ancak şimdilerde evimin ve ellerimin klor kokuyor olması, içimi rahatlatan bir teminat gibi…

Sağlıklı beslenmenin protein, karbonhidrat, vitamin değerlerini hesaplamak olmadığını, nimetlerin ilâç değil, şükre vesîle birer ikram olduğunu savunurdum. Kulağa gelenekçiymişim gibi gelebilir, “Bir somun ekmek, bir baş soğan olsun, huzurlu olsun” diyenlerdendim. Fakat pandemi süresince kök sebzeleri, kırmızı gıdaları soframızdan hiç eksik etmediğimi fark ettim.

Evimizin kapısını dostlar, komşular çalarsa ardına kadar açar, sevinçle gülümser, içeri buyur ederdik. Şimdi öyle mi? Her gelen risk, her getirilense temizlenmeye muhtaç…

Kimselerle olmazdı hiç işim. Hep kendi kendine koşan, hakikat ufkuna ulaşmak için çabalayandım. Seyretmezdim kimseyi. Ama artık öyle değil. Şu yedi ayda sayılı kere dışarı çıkmışsam, kim ne kadar mesafede, maskesini nasıl takmış, yemek yemek için çıkardığı maskeyi içe doğru mu, dışa doğru mu katlamış gibi detay kontrolleri yapacak biçimde etrafımdakilere bakarken yakalıyorum kendimi.  Dışarıda kullanılan maskelerle eve girilmesine, araba aynalarından sallanan maskelere sinirleniyorum.

En komik ve komik olduğu kadar durumun vahâmetini izhar eden ise, bir dönem, film seyrederken görüntüdeki kalabalıklardan rahatsızlık duymam ve filmin kahramanları birbirine sarılmışsa uyarma ihtiyacıyla yanıp tutuşmamdı. Çok şükür, bu tür görüntülere reaktif tepkiler vermekten tez kurtuldum, ancak içine düştüğüm psikolojik handikapı yoka sayamıyorum.

Hayatımın zâhir alanlarına ait verebileceğim pek çok örnekten sadece birkaçı olan bu örnekler de ne ki, mânen de değişime uğruyor kabullerim…

Meselâ bir vasiyet hazırladım. Ne tuhaftır ki, öğrencilerine, “Bildiklerimi, tavsiyelerimi, tecrübelerimi sizlerle paylaşıyorum. Not kaygısı, sınıf geçme plânı yapmadan istediğinizi hemen alın, kalanı cebinize koyun, bir gün lâzım olur. İstemiyor, gerekli bulmuyor musunuz? Atölyeden çıkar çıkmaz aklınızı boşaltın. Kendinize fuzuli yük yapmayın” diyen ben, bol nasihatli, hasene defterimi açık tutmak adına epey beklentili, az mal, çok tavsiye barındıran bir vasiyetti yazdığım…

Geçtiğimiz günlerde, yedi aydır evden neredeyse hiç çıkmadan dergilerimizin işleri, sitemizin ve gazete yazılarıyla meşgul olmak, üstüne üstlük her şeyi yıkayıp paklamak, kardeşlerimden, dostlarımdan, öğrencilerimden uzak kalmak beni bir hayli yorgun düşürmüş olmalı ki rahatsızlandım.

Ben istirahat hâlinde iken, eşimin işten gelip telâşla beni okuduğunu ve ihlâsla üzerime üzerime üflediğini görünce sevinmek yerine delireceğimi söyleseler dünyada inanmazdım. Ama oldu. Hâlim olmadığından taşkınca bir tepki veremesem de, bir gayret, “Nefesin şifâ değil, cezâ olabilir” diyerek üflememesi gerektiğini söyledim.  

Duâlı bir nefesten böylesi imtina etmek de neyin nesi? Hâlbuki, üste para veresim gelirdi eskiden; Allah’ın âyetlerini severek, isteyerek okuyan birini bulsam diye…

Öte yandan, paha biçilmez teselliler buldum bu süreç zarfında.

Meselâ araç gereçlerden, eşyadan, giyim kuşamdan arınıp bedenimden azâde olacak sâfî rûh kesildiğim zamanlar yaşadım.

İlkbahar, yaz ve şimdi de sonbahar… Üç mevsimdir dışımdaki iklimden mahrum kalmak, kalbimdeki mevsimlerle hemhâl olmamı sağladı. Rûhum, adlandırılmış ne varsa tümünden azat oldu. Kalbimde açtı bahar çiçekleri, aklımda doğurdum güneşi, gecelerin karanlığını temizlikten saydım, ayı duâlarıma şâhit kıldım.

Adımı söyleyenler azaldıkça, kim olduğum, kimlerde ne kadar yer tuttuğumun parsel ölçüsü değişti, dökülüverdi “Ben” nidâları dilimden. “Bensiz” kalmanın hafifliğini yaşadım. Adı bilinmez bir vazîfeli olduğumu daha iyi anladım.

Kendimi ağırlamayı öğretti bu tenhalaşma hâli bana. Kimse için giyinmedim, kimse için değildi pişirdiğim yemekler, düzenlediğim masalar, hazırladığım ikramlar… Kullandığım eşya sayısı azaldı meselâ…

Kendim için giyindim, aynaya baktığımda dışımdan çok içimi seyretmeyi öğrendim. Zamanın ne kadar uzun ve ne çok şey yapabilecek kadar değerli olduğunu gözlerimden okudum.

Sıyrılamadığım kalabalıklar zorunlu şartlarla çekiliverince eteklerimden, giydiğim elbisenin kumaşından çiçekler derleyecek, omzuma aldığım şaldan şefkat devşirecek, tek başıma yudumladığım kahve eşliğinde kalbimle söyleşecek kadar büyüdüm. Şimdi içime içime düşüyor sararmış yapraklar, ömrümün sonbaharında olmanın melâlini ağırlıyorum rûhumda.

Hızın sarhoş edici tesirinden, telâşın sömüren ellerinden, trafiğin bir canavar gibi zamanı çiğneyen dişlerinden korunduğumu anladım.

Evlerimiz emek verdiğimiz nispette yuva oluyormuş. Pek zahmetli ama bir o kadar bereket geliyormuş mutfakta düzenli tencere kaynayınca, gözlerimizi sokaktan alıp evimize odaklanınca… “Yetmez” dediğimiz yetiyor, “Biter” değimiz ne varsa çoğalıyormuş. Ev, ocak olup tütüyormuş... 

“Şey”lerden ümidimi kesip duâlarımın “ne”liğine odaklandım. Sevdiklerimden uzak kalmanın, onlara sarılamamanın sancısından, kendi kollarımla kendime sarılmanın gücünü doğurdum.   

Güç yetirilmez, kontrol edilmez bu imtihanda acziyetimin idrakine vardım. Tek başına haşrolacağımız hakikatine erişmek için hâlâ staj yapıyorum.

***

Tüm bunlar benim küçük dünyamda gerçekleşirken, dünya durmuyor, aynı hırsla dönüyordu. Ve yeniden şekillendirilirken, güç dengeleri değişirken, sınırlar ihlâl edilirken, ülkeler arasında antlaşmalar imzalanırken, hâdler aşılırken, hesaplar yapılırken, pandemi nedeni ile ölüm sayıları artarken, ülkemin ve devletimizin istikrarlı ve dirâyetli tutumuyla gurur duydum.

Libya’da Hafter’i sahneden indirirken, Lübnan’da kardeş olmanın mümince duruşuna örnek olurken, Doğu Akdeniz’de “Güçlü Türkiye”yi inşâ ederken, Batı’nın şımarık çocuğu Yunanistan’ın şakalarına gülerken, Karadeniz’in sularından geleceği aydınlatacak kaynağın müjdesini verirken, teröristlere hâd bildirilirken, Azerbaycan’da işgalcileri yerle bir eden S/İHA’ların haberi dünyayı sarsarken, enerji yatırımları yapılırken, pandemi boyunca dara düşmüş ülkelere yardımlar yollanırken, solunum cihazlarıyla şifâ olunurken, içinde bulunduğum coğrafyanın kaderine ve güçlü bir devletin himâyesinde olduğuma şükrettim.

ABD’nin, İsrail’in, Mısır’ın, Fransa’nın, Birleşik Arap Emirlikleri’nin insanlığı köleleştirecek plânları varmış, ne gam! Her birine bir dik duruş manifestosu sunan, dünyaya lider nasıl olunur, nasıl durulur, haksıza hâd nasıl bildirilir, haklıya hak nasıl teslim edilir, mağdura ve mazluma nasıl kol kanat gerilir gösteren, millete nasıl Başkanlık edilirin örneğini sunan Recep Tayyip Erdoğan’ın ömrüne ömür diledim… 

Ve şairin, “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet/ Güneşten başını göklere yükselt/ Avlanır kim sana atarsa kement/ Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet” dizlerini okuyup onur kuşandım!

Milletimizin sabır ve sebatına, sağlık çalışanlarının fedakârlığına, evlerimize kadar hizmet getiren kuryelerin gayretine hayran kaldım.

Muhalefeti ihanet etmekle eşdeğer tutan, Haçlıların hain plânlarına maşa olanları anlamak için pek gayret sarf ettiğim söylenemez. Devletine rağmen, devletçiliğe rağmen, vatan sınırlarının haklarını, milletin menfaatlerini gözetme basiretine haiz olamayan muhalif parti liderlerine akıl fikir diledim.

Gün gelir, muhalefetin devletçisi de olur. FETÖ’den daha niteliksiz bu devlet düşmanı muhalefet partileri de “Tek vatan, tek bayrak, tek devlet, tek millet” mottosundan nasiplerini alırlar elbet!

Dünya değişiyor, liderler değişiyor, sistemler yenileniyor, anlayışlar başkalaşıyor, kabuller dönüşüyorsa, CHP yüz yıllık kronik ahvalini korumakta direniyorsa, ölü kahramanlarından zırh, fosilleşmiş siyâset algısından istikrar, çağ gerisinde kalmış iptidâî fanatikliğinden ilericilik kotaracağına inanıyorsa, bilinsin ki, kendi kuyusunu kendi elleriyle kazıyor.

Göreceğiz; gün gelecek, zaman devinecek ve bu Batı/lın maşası hükmündeki muhalefet, ya devlet için, milleti için, hürriyet için siyâset yapmayı öğrenecek yahut yerine devletçi bir muhalefet ikâme edilecek!

***

“Değişmem” zannediyor insan. Değişmez zannediliyor coğrafyaların kaderi. Değişiyor. Şartlar ve imkânlar insan rûhu üzerinden buldozer gibi geçiyor ve insan başkalaşıyor. İnsan değiştikçe değiştiriyor tüm sınırları, şartları, kuralları ve kabulleri…

Ve her ne geliyorsa başına, ne ile uğraşıyor, neyi aşıyor, neyi başarıyorsa, hepsinde dâhli olduğunu unutmanın gafletiyle kendinden uzaklaşmanın kefaretini dün deprem, bugün pandemi, yarın afet fark etmeksizin, değişen adlar altında ödüyor.

İnsanların, coğrafyaların kaderi, kederle yeniden tanzim ediliyor!