1 (Bir) Mart yazısı

Ve Türkiye, tarihine, kültürüne, medeniyetine yarışır yeni bir rotaya girmişti. İşte o 1 Mart’ı bu rotanın ilk kilometre taşı olarak görebilirsiniz. Bu yolda karşımıza çıkan Cumhuriyet Mitinglerini, 367 garabetini, 27 Nisan Muhtırasını, Gezi Kalkışmasını, 17-25 Aralık’ı, 7 Şubat MİT Krizini, MİT tırları olayını, ekonomimize yönelik operasyonları, nihayetinde 15 Temmuz’u ve yirmi yıldır irili ufaklı bütün suni sıkıntıları tepemize indirilmeye çalışan balyoz darbeleri olarak yeniden okumak gerektir.

BU zulüm yerde kalmaz

Yemin olsun ki asra.

Önce mevtü’l-insanlık,

Sonra harabü’l-Basra…

(Faruk Hazar)

***

Pek Muhterem Kari,

Sefine-i tayy-i zaman maceramızın hitamına yaklaştığımız bu son yazımızda, lafı uzatmadan nişangâhları ayarlamak istiyorum. Bilenler bilir, vedalardan hiç hoşlanmam. Ne arkamdan el sallansın isterim, ne de yeniden kavuşmak üzerine kurulan cümlelere mukabelede bulunmak. Mümkünse, ölümünün yaklaştığını hisseden yaşlı bir fil misali sessizce ayrılmak gelir içimden her gidişte. Dört seneyi bihakkın tamamlayan bu serencamın ardından, siz muhterem karinin bu fakiri anlayacağını ümit ederim sadece.

Sefinemizi 1 Mart 2003 gününe ve İskenderun Limanı’nı tepeden gören Aşkarbeyli yamaçlarına kuruyoruz. Görelim bakalım yakın tarihimiz bugün bize neler anlatacak. Kasnaklar dönmeye başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

Limanın bulunduğu İskenderun Körfezi’nden Akdeniz’e doğru süngü gibi saplanan dalgakıranlar, Akdeniz’in bu Mart öfkesinden limandaki gemileri bir nebze olsun muhafaza ediyor. Dalgakıranlara vuran hırçın dalgalar, hiddetini bu beton süngülerde bırakarak ve beyaz köpüklerini limanın içerisine konfeti gibi savurarak geri dönüyor.

Hırçın dalgaları limana getiren rüzgâr, bulunduğum tepeye kadar da Akdeniz’in iyot ve yosun kokusunu taşıyor. Bu rutubetli rüzgâr, havanın olduğundan daha soğuk hissedilmesine sebep oluyor. Havada dehşet verici bir başka koku daha var ki onu en hassas burunla bile hissetmenin imkânı yok.

Limana yanaşmış ve direklerinde ABD bayrağı bulunan dev nakliye gemileri, kıyıya ifrazatlarını kusuyor adeta. Tanklar, tam teçhizatlı zırhlı personel taşıyıcılar, akrebin havaya kalkmış zehirli iğnesini andıran uzun antenleri ile arazi araçları, uçları askerî kumaşlarla kapatılmış toplar, havanlar, dev nakliye kamyonları, üzeri filelerle sarılmış askerî teçhizatlar, kumanyalar…

Gemiler karaya doğru kustukça, limanın beton rengindeki yüzeyi askerî yeşil rengi ile kaplanıyor. Limanda hummalı bir boşaltma çalışması var.

Bu askerî teçhizat Mardin, Hakkâri ve Van’da çoktan kiralanmış olan depolara doğru yola koyulacak. Bütün bu askerî malzeme ve limandaki telaş Irak’a demokrasi getirmek için. ABD ordusu Irak’a kuzeyden, Türkiye üzerinden girmek üzere harekât plânlarını tamamlamış ve yığınağını İskenderun Limanı’na getirmişti bile.

Bu askerî yığınağın sınır bölgesine sevkinin bir an önce başlayabilmesi için son bir formalite beklenmekte. Birazdan TBMM’den geçecek ve ABD ordusuna izin verecek tezkere. Limandaki faaliyetlere bakılacak olursa, kimsede tatsız bir sürpriz beklentisi mevcut değil. Plân tıkır tıkır işliyor.

Bu saatlerde Ankara’daki Gazi Meclis’te bir oylama yapılmakta. ABD’nin Irak’a saldırmak için Türkiye coğrafyasını üs olarak kullanmasına müsaade verilmesine dair bu tezkere şu an TBMM’de oylanmakta. Tezkerede ayrıca 60 bin Amerikan askerinin, 255 savaş uçağının, 60 helikopterin topraklarımıza konuşlanmasına da izin isteniyor.

Sefinemizi bugün bu tepeye değil de Şam’ın güneyinde kurulmakta olan bir petrokimya tesisine ayarlamış olsaydım, şantiyedeki bir konteyner içerisinde Iraklı mühendis Kereem ile gergin bir şekilde beklemekte olduğumu görebilirdiniz.

Aslına bakarsanız, 2003’ün o soğuk 1 Mart’ında, o konteyner içerisindeki Kereem ile birlikte ben de bu tezkerenin -maalesef- Meclis’ten geçeceğini düşünmekteydik. Günlerdir ABD’nin Irak’a saldırısını öfke ve üzüntüyle takip eden Kereem, Türk olmam hasebiyle içten içe bana karşı öfkeli. Göz göze bile gelmemeye çalışıyoruz.

Öyle ya, birlikte kaldığımız evde ve o şantiyede Türkiye’yi temsil ediyorum hâliyle. Ve “Irak temsilcisi” Kereem, o mütevazı evde, her gece, sabahlara kadar Amerika’nın ülkesine saldırısını izliyor kaygıyla, öfkeyle, nefretle. Türkiye’nin de bu saldırıya suç ortağı olacağı kanaatinde.

Oylamanın -zaten belli olan- sonucunu ancak evimize ulaşınca alabileceğiz ve bu gergin bekleyiş akşama kadar devam edecek. Zira şantiyede internet imkânı mevcut değil.

Sefinemizi bundan on bir sene sonrasına, 1 Mart 2014’e, Basra’ya kurmuş olsaydım, bu kez de Suriye Türkmenlerinden mühendis Cevdet abimizle muhabbetimize kulak verebilirdiniz.

Sabahın erken saatlerinde Basra’daki evimizden çıkıyoruz şantiyeye gitmek üzere. Kaderin garip bir cilvesi olsa gerek, yanımda bu kez de Suriyeli mühendis Cevdet abimiz var. Basra’nın 30 kilometre güneyinde bir demir-çelik tesisi kurmaktayız ve şantiyeye giderken Basra’nın harap olmuş hâlini izlemekteyiz.

Altyapı perişan, üstyapı denen bir şey yok. Evlerin, yolların, insanların hâline baktıkça insanın içi yanıyor. Amerikan askeri Basra Körfezi’nden saldırmış, Um Kasr kasabasını tankıyla, topuyla, uçağıyla, roketiyle ancak bir ayda geçerek Basra’ya ulaşabilmişti.

“Bir tarih, kültür, medeniyet, ilim ve ticaret şehri olan Basra nasıl bu hâle gelebilir?” diye soruyorum. “Amerika saldırısından sonra bu hâle geldi” diyor şoförümüz. “Hayır efendim” diye itiraz edip, “Ne olduysa Osmanlı’dan sonra oldu ve bu coğrafyanın yüzü Osmanlı’dan sonra hiç gülmedi!” diyorum. İkrardan gelen sükût içinde yolumuza devam ediyoruz, aklıma Faruk Hazar’ın “Basralı Ömer” şiiri geliyor:

“Bu zulüm yerde kalmaz

Yemin olsun ki asra.

Önce mevtü’l-insanlık

Sonra harabü’l-Basra.

Ben Basra’dan Ömer!

Belki haberin yoktur diye yazıyorum Mr. Franks;

Önce demokrasi yağdı göklerden

Sonra özgürlük geçti üstümüzden

Palet palet…

Ve insan hakları namlularından

Yüzü maskeli adamların

Saniyede bilmem kaç bin adet…

Demokrasi bizim eve de isabet etti

Bir gün sonra anladım ayaklarımın koptuğunu

Babamın vücudunda

Tam on sekiz adet

İnsan hakları saymışlar.

Babamla söylediğim son dua dilimde,

Ayaklarım hastanede

Ve giymeye kıyamadığım ayakkabılar

Elimde kaldı…

Çocuğun var mı Franks?

Al, çocuğuna götür onları

Bir işe yarasın.

Kim bilir baktıkça

Belki beni hatırlarsın…

Bu nasıl demokrasi Franks?

Düştüğü yeri yaktı!

Merhamet hür dünyaya

Bu kadar mı Irak’tı?”

***

Tekrar bulunduğumuz tepeye dönecek olursak, birdenbire gemilerdeki ve limandaki tüm koşuşturma ve hareketliliğin bıçakla kesilmiş olduğunu görebilirdiniz. Limanın üzerinde uzansanız elle tutabileceğiniz kesafette bir şaşkınlık bulutu mevcut. Meclis’teki oylamadan tezkere geçmemiş. Yani limana indirilen bunca askerî malzeme, buradan dışarıya çıkamayacak.

Limandaki şaşkınlıkla aynı yoğunluktaki mutluluğa o akşamüzeri Şam’daki o mütevazı evimizde şahit olabilirdiniz. Tezkerenin Meclis’ten geçmediğini ancak eve döndüğümüzde öğrenebilmiş, Kereem ile sarılarak, sevinçten hüngür hüngür ağlamıştık.

O gün sanki yeniden doğduğumu hissetmiştim.

Sefinemizi buradan tam otuz yıl öncesine, yine aynı 1 Mart gününe, Kayseri Devlet Hastanesine kurmuş olsaydık, yeni doğmuş bir erkek çocuğunun hastane duvarlarında yankılanan ağlama sesini duyabilirdik birlikte.

Birazdan kulağına ezan okunduktan sonra, kendisine Çanakkale gazisi dedesinin ismi verilecek: “Kahraman!”

Limandaki ABD’li askerlerin şaşkınlığını, Iraklı Kereem’in sevincini, Suriye Türkmenlerinden Cevdet abimizin tevekkülünü ve hastane odasındaki erkek çocuğunun ağlayışını geride bırakıp dönüyoruz dostlar.

***

Muhterem Kari,

O 1 Mart günü, Meclis’ten dönen tezkere ile uzun yıllar ABD raylarında hareket etmekte olan ve bu uğursuz raydan her ayrılma teşebbüsünde başına bir darbe balyozu yiyen bu “yalnız ve güzel ülke”, kendisine yeniden bir rota çizmişti. Türkiye, ABD’den bağımsız, kurulan oyunun piyonu olmayı reddeden, kendi oyununu kuran bir ülke olma yolunda o 1 Mart makasında bu uğursuz rotadan ayrılmıştı.

Ve Türkiye, tarihine, kültürüne, medeniyetine yarışır yeni bir rotaya girmişti. İşte o 1 Mart’ı bu rotanın ilk kilometre taşı olarak görebilirsiniz. Bu yolda karşımıza çıkan Cumhuriyet Mitinglerini, 367 garabetini, 27 Nisan Muhtırasını, Gezi Kalkışmasını, 17-25 Aralık’ı, 7 Şubat MİT Krizini, MİT tırları olayını, ekonomimize yönelik operasyonları, nihayetinde 15 Temmuz’u ve yirmi yıldır irili ufaklı bütün suni sıkıntıları tepemize indirilmeye çalışan balyoz darbeleri olarak yeniden okumak gerektir.

Engeller ve engebelerle dolu bu yolun sonunda bağımsız savunma sanayi, yerli oto, Mavi Vatan, Libya, Suriye, Azerbaycan, bulunan gaz ve petrol rezervleri ve nihayetinde bölgede, hatta küresel ölçekte oyun kuran bir Türkiye vardı.

Bu menzile ulaşamamamız için çok çalıştı Sam Amca, hakkını teslim etmek lâzım. Gerçekten kolay da olmadı bu hedeflere ulaşabilmek.

Bu yolculuk bitti mi? Tüm hedeflerimize ulaştık mı? Kesinlikle hayır!

Daha alacak çok yolumuz, yapacak çok işimiz var.

Girdiğimiz o 1 Mart kapısından bizi geri çıkarmak, o uğursuz rotaya yeniden sokmak için ismine “müttefik” dediğimiz tüm düşmanlarımızın birlik olduklarını, yerli aparatlarını, uyuyan hücrelerini aktif ettiklerini -şimdi- görmüyorsak, yarın çok geç kalmış olacağız.

Müttefiklerimiz (!) ve yerli aparatları Libya’dan, Suriye’den, Azerbaycan’dan, Mavi Vatan’dan çekilmiş, yeniden kabuğuna kapanmış bir Türkiye istiyorlar.

Ürettiğimiz İHA’lardan, SİHA’lardan son derece rahatsızlar. Bunlar kutsallaştırılmamalı, dokunulmalı.

Yerli otomobil nemize gerek? Vatandaş TOGG mu yiyecek?

Karadeniz’de çıkarılan gazın bize ne faydası var?

Akdeniz’de agresif ve yayılmacıyız, Azerbaycan’da cihatçıyız, Libya’da lejyoneriz ve Suriye’de işgalciyiz. Öyle değil mi?

“Yurtta sus, cihanda sus” temel felsefemiz olmalı.

Yeniden IMF’nin, Londralı bankerlerin kucağına oturmalıyız. Sıcak para girişi dururken yatırım, üretim, istihdam ve ihracata dayalı sancılı bir model de neyin nesidir?

Enerjide dışa bağımlı kalmak, o devasa cari açığın kapanması için gayret etmek, boşa kürek çekmek demek. Makus kaderimize razı olalım. Nükleer santral projesi de derhâl durdurulmalı.

S-400’ler gitmeli, bize kim saldıracak ki?

Rusya-Ukrayna Savaşı’nda NATO, ABD ve Avrupa’ya angaje olup Ukrayna’nın yanında durmamız lâzım.

Anayasa’mızdan “Türklük” ifadesinin kaldırılması ve yerel yönetimlere özerklik sağlanması, Türkiye’nin “demokratikleşmesi” için elzem konular.

Daha neler neler!

Bütün bunlar için de kırılgan, etkilere açık, çok parçalı ve elbette “uysal”, uzlaşmacı ve “müttefikleri” ile iyi geçinen, iyi geçinmeyi vaat eden bir yönetim olmalı.

Ha gayret, az kaldı. Ondan sonrası da iyi uykular Türkiye!

Ve de bade’l-harabü’l-Basra!

***

Pek Muhterem Kari,

Nihayet son yolculuğa çıkmak için sefinemizin koltuğundayım. Az ileride Efrasiyab ve Şeker Abi beni bu son yolculuğa uğurlamak üzere dikiliyorlar. Fazla beklemeyeceklerini kendileri de biliyorlar. Gittiğim yerde ne kadar uzun kalırsam kalayım, birkaç saniye sonra sefineden inerken bana “Hoş geldin” diyecekler.

Gözlerinin içi gülüyor her ikisinin de. Düğmeye basmadan evvel ne kadar güzel insanlar olduklarını düşünüyorum. Sanırım her ikisi de nereye gideceğimi biliyorlar. İçime doğru bir yolculuk olacak bu. Sefinenin kasnakları son kez dönmeye başlıyor. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv… Bu sesi özleyeceğim.

Bir yaz günü. Zamantı’nın kıyısındayım.

Az ileride, suyun içerisinde bata çıka yüzen, üç numara kesilmiş saçları aylarca okşanmamış kara kuru çocukların kaygısız, tasasız oyunlarını, sudan çıktıkça çamaşırlarını kurutmalarını, yanlarında getirdikleri kuru ve bayat somunu güle oynaya yemelerini, ıslak ve kavruk tenlerine vuran güneşin yansımalarını, şakalaşmalarını, gülüşmelerini, aralarından seçtikleri bir kurbanı karga tulumba suya atmalarını uzun uzun izliyorum.

Onlar Anadolu’nun bir ücra kasabasındaki devlet parasız yatılı okulunda okuyan, belki de tek eğlenceleri olarak bugün, burada, Zamantı’da çimen, saçlarının kaç vakittir okşanmadığının hesabını unutmaya çalışan zamansız çocuklar.

Kimisi Urfa’dan, kimisi Yozgat’tan, kimisi Kırşehir’den… Ama ne önemi var ki? Önemli olan, bugün burada olmaları.

Ve ırmağın kenarında oturmuş arkadaşlarını, belki de sadece ırmağı izleyen bir gözlüklü çocuk…

Arada bir suyun içerisindeki arkadaşlarının sataşmalarına cevap yetiştiriyor, arada ırmağa bir taş fırlatıyor, arkadaşlarının şakalarına katılıyor, üşüyüp sudan çıkarak yanına gelen arkadaşına suyun sıcaklığını soruyor, arada bir de okulun kütüphanesinden aldığı kırmızı bez ciltli Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç’tan birkaç sayfa okuyor.

Çocukların bu gamsız hâllerini epeyce izledikten ve cesaretimi topladıktan sonra yanlarına doğru yaklaşıyorum. Suyun kenarında oturan çocuğun yanına oturuyorum.

Kocaman siyah gözleriyle ve merakla beni süzüyor. Gözleri cam gibi, pırıl pırıl. Saçları üç numara. Adını soruyorum alacağım cevabı bilerek. “Kahraman” diyor.

Kahraman’a yaşını soruyorum, on üç olduğunu söylüyor. Yanında duran poşete bakıyorum. İçinde kuru bir ekmek, kahvaltıdan kalma birkaç dilim peynir var.

Neden yüzmediğini ağzından duymak istiyorum, çünkü cevabını zaten biliyorum. Utanıyormuş soyunmaya.

Bir taş daha alıp fırlatıyor ırmağa doğru; arkadaşlarının olmadığı tarafa. Bir taş da ben atıyorum aynı yere.

Ne kitabı okuduğunu soruyorum bu kez de, laf olsun diye. Kitabın ön kapağını gösteriyor.

Saçını okşuyorum. Aylarca okşanmamış üç numara saçlarını… O an gözlerinin içi gülüyor. İçime sokasım geliyor çocuğu.

Suyun içindeki çocuklar göz ucuyla bizi izliyor ve muhtemelen ne konuştuğumuzu merak ediyorlar.

Epeyce yanında oturup cevabını bildiğim sorular soruyorum. Ne olmak istediği, neyi sevdiği, neyi sevmediği, hangi derslerden hoşlandığı, hangi takımı tuttuğu, yatılı okulda okumanın zorluklarını… Tüm arkadaşlarına mektuplar gelirken, kendisine hiç mektup gelmemesi en büyük üzüntüsüymüş.

Bulduğum her fırsatta okşuyorum saçını. Saçını her okşadığımda kalbinin pır pır olduğunu hissedebiliyorum. Daha bu yaşta katlandığı sıkıntıların, acıların, yalnızlığın, hasretin kendisini pişirdiğini ve hayatın zorluklarına hazırladığını söylüyorum. Direnmesini, dişini sıkmasını tembihliyorum.

Yanımda getirdiğim bir dolmakalemi kendisine hediye ediyorum. Bu kalemle çok güzel yazılar, şiirler yazacağından emin olduğumu söylüyorum.

Saçlarından öpüp, Kahraman ile vedalaşıyorum. Arkamdan uzun uzun gidişimi izliyor. Epey uzaklaşana kadar ağlamamaya çalışıyorum.

Dönüş için yeniden sefinenin koltuğuna oturuyorum. Sefineyi özleyeceğim. Kasnaklar son kez ve dönüş için çalışıyor.

Işıltılı, göz kamaştırıcı ve baş döndürücü o koridordan son kez akarak geri dönüyorum.

Tahmin ettiğim gibi, Efrasiyab ve Şeker Abi hâlen oradalar. “Güle güle” demeleri ile “Hoş geldin” demeleri arasında bir saniye var yahut yok. Bu son yolculuğumda nereye gittiğimi ve ne yaptığımı sormuyorlar bile. Bildikleri için olmalı.

Derhâl sefinenin sökümüne başlıyoruz. Efrasiyab’dan sefinenin bir parçasını hatıra olarak alıp alamayacağımı soruyorum. Gülümseyerek ve bu soruyu beklediğini hissettirerek bana bakıyor. Aslında neyi isteyeceğimi de biliyor olmalı. Söküm tamamlandığında ve her parça bir kenara ayrıldığında zebercet disklerden birisini avcumun içerisine bırakıyor.

Bu parçaların bir kısmı hurdaya, bir kısmı yeniden saatçiye, bir kısmı bakır atölyesine ve motoru da Yaşar Usta’ya gidecek. Ve herkes bu serencamı unutacak.

Sefinenin sökümünü yaparken Efrasiyab’ın bana verdiği çizimi de istemesini bekliyorum. Ama bunu yapmıyor.

İçimdeki kötü adam, “Çizimler sende Kahraman, istersen sefineyi yeniden yapabilirsin” diyor. Ve muhtemelen bu sesi Efrasiyab da duyuyor. Her seferinde bana bakıp imalı bir şekilde gülümsüyor.

Aylar sonra o çizimi yeniden incelemek için koyduğum sandığı açtığımda, Bologna’da yerin iki kat altında şöminede yakmış olduğum çizimin külleri ile karşılaşacağımı biliyor olmalı. Yüzümün o anki şeklini hayâl ederek gülmesi bundandır muhtemelen...

Kalınız sağlıcakla efendim.