MESLEK
hayatıma daha başlamadan, erken yaşlarda insan eğitiminin çok ciddî bir iş
olduğu öğretildi bana. Yaklaşık 16 yaşında Mersin Öğretmen Okulu’na girdim.
İşlerini büyük bir ciddiyetle yapan öğretmenlerimiz vardı. Bize öyle bir inanç
aşılamışlardı ki Türkiye’nin bütün köylerindeki -o zaman toplumun yüzde 70’i
köyde yaşıyordu- burnu sümüklü çocuklar, dört gözle ve büyük bir öğrenme açlığı
içinde bizi bekliyorlardı. Bütün arkadaşlarda “Şu okul ne zaman bitecek de bizi
bekleyen çocuklara kavuşacağız?” duygusu hâkimdi. Allah yolumu açtı ve
yükseköğrenim için seçilen öğrenciler arasına girerek Ankara Yüksek Öğretmen
Okulu’na gönderildim. Üniversiteye 1968 yılında girdiğim için 68 Kuşağı’ndan
oluyordum tabiî...
Üniversiteye yeni başladığım
yıllarda hocalarımdan çok büyük beklentilerim olmuştu ki bunların hiçbirine
karşılık bulamamıştım. Neydi bu beklentiler? Öncelikle her dersin arka planında
bir felsefe olmalı ve bilimsel içeriği ile beni doyurmalıydı. Eğer böyle bir
felsefe yoksa o felsefeyi bizzat hocanın kendisi oluşturmalıydı. Sanki dersler
mekanik ve kupkuru bir bilgi aktarımının ötesine geçemiyordu.
Hocalar, ellerindeki
sararmış kâğıtlardan oluşan ders notlarıyla kürsüye gelirler, büyük bir
ciddiyetle derslerini okuyup çeker giderlerdi. Başını kaldırıp da öğrenciye
bakanın sayısı çok azdı. Göz göze gelip de derste soru sorma cesaretini bize
hiç vermediler. Açıkçası, hocalarımızla eleştirel ve nesnel düşünceyi önceleyen
bir ders yaptığımızı hatırlamıyorum. Hele içeriğinde çok sayıda tartışma
konuları olan “Evrim” dersi tam bir felaketti. Bu derste neredeyse tartışma
tamamen yasaktı.
İki diploma ve bilimsel
açlık
Hocalarım bana bilimsel
bilgi ile bilimsel olmayan bilgiyi nasıl ayırt edebileceğimi de öğretmeliydi.
Neden bilimsel bilgiler daha güvenilirdi de bilimsel olmayan bilgiler daha az
güvenilirdi? Acaba bilimsel bilgiyi güvenilir ve sağlam kılan şey, bilginin
bizzat kendisi mi, kaynağı mı, yoksa bilimsel bilginin elde ediliş yöntemi
miydi? Belli ki bilimsel bilgi, “bilimsel yöntem” dediğimiz bir dizi akılcı
yaklaşımların sonrasında kazanılıyordu. O günlerde en çok merak ettiğim konu
buydu. Ne yazık ki bunları öğrenemeden mezun olan binlerce öğrenciden biriydim.
Kısacası iki diploma ile mezun olmuştum ama kendimi bilimsel bir açlık
içerisinde hissediyordum.
Bilimsel ve nesnel
düşünmeyi içselleştirip bunu bir davranış haline getirenlerin genellikle
hayatta karşılaştıkları sorunlara daha gerçekçi çözümler ürettiklerini çok
sonra öğrendim. Herkesin bireysel sorunlarını çözmek için illa da bir üniversite
diploması alması gerekmiyordu. Ama bu, amatör ve bireysel çabalarla da
olabilecek bir iş değildi.
Bilimsel ve nesnel düşünme yeteneği, daha çok üniversitelerin özgür akademik ortamlarında geliştirilip keskinleştirilebilirdi. Ne yazık ki kendilerini “68 Kuşağı” olarak tanımlayan bizim nesil, üniversitelerde ülkenin eğitim, bilim ve gençlik sorunlarını özgürce tartışacağı bu akademik ortamı bulamadı. Hocaların da teşviki ile çoğunluğu boğazına kadar ideolojiye battı ve hayatlarını ütopya peşinde harcadı. O günkü gençler, belki ülke sorunlarına duyarlıydılar ama kesin olan bir şey vardı ki, o da, içinde bulundukları dünya ve ülke gerçeklerini “doğru” algılayamıyorlardı. Bunun da yegâne sebebi, üniversite öğretiminin bilimsel temellerden yoksun oluşuydu.
Hepimizi canlı tutan, belki de hayata derin bir anlam kazandıran şeyler bireysel farklılıklarımızdır. Bu farklılıklarımızı korurken evrensel doğrulara karşı körü körüne direnmek yanlış olur.
Azamî gayret
Yıllar sonra üniversiteye
hoca olarak girdiğimde, öğrenciliğimdeki hocalarımın durumuna düşmemek için
azamî gayreti gösterdim. Meslek hayatım boyunca öğrencilerime bilimsel ve
nesnel düşünmeyi öğretmeye çalıştım. Diğer yandan da hiçbir şeyin, bilimin ve
aklın yanılmazlığı üzerine inşa edilemeyeceğini anlattım. Bilimin tabiatında
var olan yanılabilirlik ve yanlışlanabilirlik anlayışının da hep sürdürülmesi
gerektiğini vurguladım.
Üniversiteye girdiğim
yıllarda Türkiye, kapitalist ve komünist sistemin hâkimiyet kurmak için
mücadele ettikleri bir ülke durumunda. Gençlik, ideolojik kamplara ayrılmış ve
ülke de tam anlamıyla kaynamakta. Öğrenci olaylarının içinde yer alıyorum ve
iki defa Ulucanlar Cezaevi’ne giriyorum, bir kere de Sıkıyönetim Komutanlığı
tarafından tutuklanıyorum... “Bittim Allah’ım!” dediğim o kara günlerde, yine
Allah imdadıma yetişiyor ve beni tereyağından kıl çeker gibi o karmaşanın
içerisinden alıyor... Böyle bir ortam içerisinde Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’nü
bitirdiğimde -feleğin çemberinden geçmiş bir insan olarak- elimde iki diploma
vardı. Birisi Fen Fakültesi’nden aldığım lisans diploması, diğeri de en az onun
kadar değerli Yüksek Öğretmen Okulunun “Öğretmenlik yapabilir” anlamına gelen
diploması. Allah’ın yardımı devam ediyordu... Mezun olur olmaz Ankara Fen
Fakültesi Biyoloji Bölümü’ne asistan (bugünün araştırma görevlisi) olarak
girdim. Yıl 1973... İşte o gün bugündür üniversitede -tam 40 yıldır- hocalık
yapıyorum...
Mükemmeli yakalamak
Öğrenme-öğretme heyecanımdan
hiçbir şey kaybetmiş değilim. Her ders yılı, benim için yeni bir heyecan
kaynağıdır. Öğrencilerimin yüzlerini, kişiliklerini, ailelerini,
memleketlerini, fikirlerini, hayata bakışlarını ve yaklaşımlarını çok merak
ederim. Belki de beni heyecanlandıran şey, karşılaşacağım insan çeşitliliği ve
bireysel farklılıklar. Hoca milleti, her yıl karşısında farklı yüzler, farklı
kişilikler ve farklı bakışlar görmeye alışıktır.
Üniversitede geçen zaman
içerisinde, tıpkı bir öğrenci gibi hep ders çalışmışımdır. Eğer dersinizin
içeriğini dünya standartlarında bir üniversitede verilen dersle eşit hale
getirememişseniz, o zaman ders çalışmaya devam etmelisiniz. Çalışmanız için bir
gerekçe daha var: Mükemmeli yakalamak. Yaptığınız işin mükemmel olmasını
istiyorsanız oturup çalışacaksınız. Hocalık mesleğini hep Allah’ımın bana bir
bağışı gibi kabullendiğim için, bu bağışı özenli ve doğru kullanmaya çalıştım.
Bilimin sonsuz karakterinden olsa gerek, kendimi bilimsel olarak hep aç
hissettim. Siz buna “bilgiye doyamamak” da diyebilirsiniz…
Bir yandan zaman akıp
giderken, diğer yandan da insan akıp gidiyor. Daha dün üniversiteye yeni adım
atan toy çocuklar, göz açıp kapayıncaya kadar mezuniyet aşamasına geliyorlar.
Her yıl yenilenen gençlerin arasında hocalar, isteseler bile kendilerini ruhen
yaşlı hissedemiyorlar. Ama onlar da biyoloji yasalarına karşı direnemeyecekler
ve yaşlanacaklar. Ne zaman dizleri, onları taşımamaya başlarsa ve ne zaman
40-50 öğrenciden birinin bile adını hatırlayamaz olurlarsa, işte o zaman yaşlandıklarını
anlayacaklar.
“Allah’ım dilimi çöz!”
Benim için her ders yılı, bir
heyecan kaynağı olduğu gibi neredeyse her derste de aynı heyecanı duyarım.
Özellikle sabah dersine girmeden 20-25 dakika önce, odamda 20-25 tane çekirdekli
kara üzümümü yerken o günkü derste ana hatlarıyla nelerden bahsedeceğimin
zihinsel bir hazırlığını yaparım. Derse girmeden önceki bu zihinsel hazırlığı o
kadar önemserim ki derse ucu ucuna yetiştiğim durumları hiç sevmem.
Masamın başında,
Allah’ımla bir konuşma ânım vardır. Yani dua faslı... “Allah’ım! Dilimi çöz,
zihnimi aç. Bana güzel şeyler söylet. İlim ve irfanıyla doğru yolu bulup doğru
yolu gösteren ve güzel örnek olan salih kullarından et…” diye devam eden iki-üç
dakikalık bir dua... Bu duygular içinde odamı kapatır ve sınıfın yolunu
tutarım. İçimden “Bismillah” çekerek sınıfın kapısından girer ve “Günaydın çocuklar!”
diye dersime başlarım. Sizi bütün samimiyetimle temin ederim ki, bunları
yaptığım zaman hiçbir takıntı olmadan, yağ gibi akıcı bir ders anlatırım. Ama
ne zaman dua etmeyi ve sınıfın kapısını açarken “Bismillah” demeyi unutmuşsam,
verdiğim ders beni tatmin etmemiştir. Sanki öğrencilerim de o gün başka bir
psikolojide olurlar.
Üniversite kürsüsünde
yıllarca ders veren her hocanın bildiği gibi, hocanın psikolojisi öğrenciyi,
öğrencinin psikolojisi de hocayı etkiler. Zaten ders dediğimiz şey de
karşılıklı etkileşimden başka bir şey değildir. İyi bir ders için iki tarafın
da öğrenmeye açık, birbirinden etkilenmeye ve birbirini etkilemeye ruhen hazır
olmaları gerekir. Taraflardan biri –hoca veya öğrenci fark etmez- bedenen orada,
ruhen başka bir yerde ise, bu beraberlikten yüksek bir verim elde edilemez.
Dışarıdan bakıldığında,
öğrenciler için her ders olağan bir durum gibi görülebilir. Ama rutine düşmeyen
bir hoca için öyle değildir. Hoca derse girerken, o gün anlatacağı konuların
başlıklarını bilir, hatta elinde anlatacağı konuların ayrıntılı notları bile
vardır. İrticalen ve doğaçlama ders anlatırken durum hiç de planlandığı gibi
gitmez. Beyin devamlı işler vaziyette, yeni arayışlar içinde ve teyakkuz
halindedir.
Üniversitedeki dersler tek yönlü olmaz. Her ders, hoca için bir öğrenme ve keşif günü gibidir. Zira dersi bitirdikten sonra hoca da bir şeyler öğrenmiş olarak sınıftan çıkar. Hele bu dersler lisansüstü seviyede ise, hocanın yaratıcılığı ve özgün fikirleri o zaman daha da belirgindir.
Bilimde ve fikirde sınıf
atlamak
Siyasette ve medya
dünyasında “yüz eskimesi” diye bir şeyden bahsederler. “Acaba hocalıkta da böyle
bir “yüz eskimesi” yaşanıyor mu?” diye merak etmişimdir. Gördüğüm kadarıyla bir
yarıyılda yüzler eskimiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, hocalarda “yüz
eskimesi” dediğimiz şey, öğrenci dalkavukluğu ile başlıyor. Her yerde öne
çıkmaya çalışmak, her konuda konuşmak ve öğrenci ile fazla yüzgöz olup aradaki
mesafeyi ayarlayamamak… Tabiî ki bizim burada vurgu yapmak istediğimiz konu, “hoca-öğrenci
ilişkilerinde ölçüyü kaçırmamak”tır. Bu konuda bazen dozu kaçıran hocalarımız
oluyor. Üniversitede kendini “ulaşılamayan adam” pozlarına sokup
öğrencilerinden kopanlar olduğu gibi, işi öğrenci dalkavukluğuna kadar götüren
cıvık hoca tiplerine de rastlıyorsunuz.
Kendine özgü yöntemlerle
kendi alanı ile ilgili sağlam bir temel oluşturamayan hoca, bilimsel bir yetersizlik
içine düşüyor. Bu durumda onlar için en pratik yol, birilerinin ürettiği
bilgileri alıp, üzerine hiçbir yorum koymadan tekrar etmektir. Zira düşünmeye,
yorum yapmaya ve bilgiyi daha ileri boyutlara taşımaya azimli değillerdir. İpin
ucunu bıraktıklarını bile fark edemezler. Hele üniversitede öyle hocalar var
ki, sanki onları anaları “idareci” olarak doğurmuş. Gözü kapalı bu görevlere
atlarlar. Kesinlikle her geçen gün bilimden koparlar, dersleri bir “yük” olarak
görmeye başlarlar. Oysa her an değişme ve gelişme içinde olan bilim dünyasından
kopmak, bir hoca için en büyük felakettir.
İşte bu tür hocaların yapacağı
tek şey kalıyor geriye: Öğrenciye şirin görünmek ve öğrenci dalkavukluğu
yapmak. Bu tip hocalar, öğrencileri bir alt sınıftan bir üst sınıfa kolayca
geçirebilirler. Fakat bilimde, düşüncede ve fikirde sınıf atlatamazlar.
Genellikle de öğrenci, o hocaların cazibesine kapılır. Mezun olup hayata
atıldıktan sonra kaliteli bir meslek, fikir veya bilim adamı olmaya
yeltendiklerinde, malayani konuşmalarla ders geçiren hocaların nasıl bir zaman
hırsızı olduklarını anlarlar. Ne yazık ki çok geç kalınmış bir yargıdır bu.
Öğrenci, hocanın üniversite seviyesinde bir ders anlatıp anlatmadığını,
kendisine bilimsel düşünme yeteneği kazandırıp kazandırmadığını hiç sorgulamaz.
Öğrencinin kısa vadede gözettiği tek şey, o dersten geçmektir.
“Düşünemez robotlar”
Malum, üniversitede her çeşit
adam vardır ve olmalıdır da. Hocalarda da belli bir seviye aramak hepimizin
beklentisidir. Hoca-öğrenci ilişkileri, karşılıklı sevgi-saygı esası üzerine
kurulmalıdır. İnsana özgü bu iki erdemin olmadığı yerde ne eğitim, ne öğretim,
ne de bilimsel araştırma yapılabilir. Her insan gibi hoca da bilir ki, kalite
ve saygınlık başkasından ödünç alınamaz. Herkes kalite ve saygınlığını -çalıştığı
kurumdan değil- bizzat kendi kişiliğinden, emeğinden ve gayretinden alır. Kurum
da buna destek oluyorsa ne âlâ... Bir bilim adamının “gerçek arayıcılığını”
bırakıp siyasetten (bu bir parti de olabilir), belli bir ideolojiden ve gayrimeşru
güçlerden saygınlık devşirmeye çalışması kabul edilecek bir durum değildir.
Ülkesini ve geleceğini
düşünen bir öğretim üyesi, Allah’ın verdiği yetenekleri en uç noktalara kadar
kullanmak için çalışır. Öğrencilerine bilimsel düşünmeyi, olaylara ve sorunlara
nesnel yaklaşımı öğretir. Derslerine dünya ölçeğinde belli bir seviye
kazandırmaya uğraşır. Öğrencilerini ideolojik şartlandırmalarla birlikte “düşünemez
robotlar” haline getirmeye uğraşmaz.
Ve post-modern darbe
Korkunun dağları beklediği
28 Şubat post-modern darbe günlerinde, askerlere postal selamı çakarak,
üniversitelerde “Cumhuriyet ve laiklik tehdit altındayken ders ve araştırma
yapmayı bırakın!” diyecek kadar bilimden ve içinde yaşadığı toplumdan kopmuş
rektörler gördük. Kendisinden başka kimseye hayat hakkı tanımayan bu tip
hocalar, üniversitelerin akademik özgürlük ortamlarından fevkalade rahatsız
olurlar. Çalıştıkları kurum başta olmak üzere, emekliliklerine kadar
etraflarına sıkıntı vermeye devam ederler. Bu dünyanın bir de öbür dünyası
olduğunu hiç düşünmezler.
Bazen derste ders dışı
konular da açılabilir. Bir gün, irticalen ders anlatırken öğrencilerimden biri,
not almak için önceki cümleyi tekrar etmemi istemişti. Öğrencime “Bir saniye
önceki ben, ben olmaktan çıktım artık. Nasıl tekrar edebilirim ki?” diye cevap
vermiştim. Öğrencim, bana değişimin önemine vurgu yapmam için iyi bir fırsat
vermişti. Geride bıraktığımız her saniyenin bize bir değişim yaşattığını
anlatmaya çalışmıştım. Değişim, önüne geçilemeyen ve durdurulamayan bir
süreç... Değişim süreçlerini doğru algılamak için değişimi algılayabilecek
hassasiyetler gerekir. Değişimden bahsederken, her değişimin insan hayatında
iyi bir gelişmeye tekabül etmediği durumlardan da söz etmiştim.
“Sel gider, kum kalır”
Felsefesiz bilimin ve
bilimsiz felsefenin hiç tadı olmuyor. Hani bir halk sözü vardır “Sel gider, kum
kalır” diye; bilgi ezberletmekle öğretmek veya öğrenmeyi öğretmek aynı şey
değildir. Öğrenciler mezun olup gittiklerinde, verilen bilgilerin büyük bir
kısmını unutacaklar ve hatta hangi bilgiyi kimden öğrendiklerini de hatırlamayacaklar.
Ama unutulmayan şey, hocanın kişiliği, olaylara yaklaşımı, anlatım tarzı,
felsefesi ve kürsüdeki duruşudur.
Hayat, üniversite dışında
daha renkli ve daha ferahlatıcı ise üniversiteyi yaşanmaz ve siyah beyaz
kılanlar “biz hocalarız”. Sanki herkes, kendi kozasının içinde ölünceye kadar
kalmayı büyük marifet sayıyor. Kelebek bile belli bir süre sonra kozasından
çıkar ve dünyaya açılır. Ama ölünceye kadar kozada kalmak niye? Bu nasıl bir
üniversitedir ki hocalar, bir araya gelerek bilimsel bir konuyu derinlemesine
tartışamadan meslek hayatlarının sonuna gelmekteler? Çünkü kesin inançlıyız ve
doğal olarak da inançlarımızı tartışmaya açmıyoruz. Oluşturduğumuz tabuları
ayaklarımızda bir bukağı gibi taşıyoruz. Oysa insan yapısı her fikir ve eser
tartışılabilmelidir. Kendini yenilemeyen, her gün yeni bir bilgi öğrenemeyen ve
öğrendiklerini başka insanlarla paylaşmayan kişi ülkeye nasıl faydalı
olacaktır?
Hepimizi canlı tutan, belki de hayata derin bir anlam kazandıran şeyler bireysel farklılıklarımızdır. Bu farklılıklarımızı korurken evrensel doğrulara karşı körü körüne direnmek yanlış olur. Esnek ve gelişmeye açık olalım. Kafamızdaki tabuları yıkmanın yolu değişime açık olmaktan ve kendimizi sorgulamaktan geçer. Bizim medeniyetimizde buna “nefis muhasebesi” deniyor. Bu muhasebeyi yaparak gelişip değişmek çok daha sağlıklı olacaktır.