BUGÜN Batı felsefesi,
başlangıç noktasından daha ileride değildir. Zira doğumuna sebep olan soruları
hiçbir zaman tam manasıyla yanıtlayamamıştır. Bu sorular, “Yaşamın ve ölümün
gerçek manası nedir? Özgürlüğümüzün kaynağı ve istidattı nedir? Allah’ın
mertebelerine erişmek için nasıl davranılır?” şeklindedir. Felsefenin bu
başlıca soruları, sadece insanoğlu tarafından layıkıyla gündeme getirilir.
Sadece insanoğlu bu soruları gündeme taşıyamadan/sorgulamadan yaşayamaz.
Tabiatta
her bireyin kendi iradesine bağlı olmayan bir yeri ve görevi vardır. Her varlık
Tanrı’nın kanununa konu olur: Bir taş bırakıldığında düşmelidir, bir bitki
beslendiğinde büyümelidir, bir hayvan içgüdüsünü dinlemelidir. Bunların hepsi,
seçme şansı olmadan veya sorgulamadan bu ilahî kanuna uyar ve ona itaat
ederler.
Her
ne kadar insanoğluyla birlikte yeni bir krallık başlamış olsa da tek yaratıcı
olan Allah özgür, kastî ve sorumlu bir kararın ardından ya itaatsizlik ya da bu
kanunu yerine getirme seçeneğini sunar. Kutsal Kur’an şöyle söyler: “Muhakkak
ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler
ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs) çok zalimdir,
çok cahildir.” (33: 72)
Böylece
mecburen ilahî kanuna intisap eden diğer yaratılmışların aksine, insanoğlunun
kendi kendine yazdığı tarih de başlamıştır. Kaybedilen bu birliği geri kazanma maksadıyla
demek ki insanı bütün yaratılmışlara entegre etmek ve böylece onun yaşamına ve
ölümüne ilahî düzen içinde yer ve anlam vermek için insan türlü türlü mitler
uydurmuştur. Ama insanoğlu aynı zamanda peygamberler aracılığıyla insanlığa
getirilen ayetler vasıtasıyla da ilahî yardım almaktadır. M.S. 6. yüzyılda,
Asya’nın bir ucundan diğer ucuna Mezopotamya ve Mısır’ın büyük mitleri,
Hindistan’ın Upanişad’ındaki bilge deyişleri ve Çin’in Taoculuğu, bu dünyanın
nihai gerçekliğinin, onun anlamının ve bunun içindeki önemli rolümüzün ve de muhtemel
eylemlerimizin temel sorunlarını gündeme getirmiştir.
Bu,
insanoğlunun insan ve doğa arasındaki ilişkilere yönelik sorusuna tatmin edici
bir cevaba ulaşmadaki ilk girişimidir. Allah’ın Kitabı’nın büyük ayetlerinin
indiği, insanların sorularına ilahî cevapların verildiği Yakın Doğu’da,
bilgeler temel sorunların üzerinde büyük bir özenle durmuşlardır. Bu
bilgelerden biri olan Heraklitos, M.Ö. 6. yüzyılda şunu beyan etmiştir: “Her
şey ‘Bir’dir.” “Her şey O’nun dilediğince olur.” “Şöyle ki, bilgelik yalnızca
tek bir şeyden oluşur: Her şeyi düzenleyen ve yöneten düşünceyi bilmekle.”
Aynı
şekilde Hanifler, ilahî takdiri ararken bu cevaplara çok yaklaşmışlardı. Bu
şartlar altında Batı’nın ilk “kopuşu” (geri çekilişi) gerçekleşmişti. Ticaretteki
tüketim bağlılığı insanoğlunun doğa ve köleler aracılığıyla işlediği toprak ile
irtibatını kaybetmesine neden olmuştu. Aynı şekilde şehirler ve her bir şehrin
halkı arasındaki şiddetli ticarî rekabetler de insanoğlunun ilahî birliği/ahengi
gözden kaçırmasına neden olmuştur.
Ondan
sonra herhangi bir mutlakıyeti inkâr etmek, insanın kendi kendine yettiğini
sanması ve kendini “her şeyin ölçüsü” ilan etmesi moda olmuştu. İnsan toplumu,
hem aşkınlığı, hem camiayı hep birden reddederek kendi iradesine göre büyüme ve
güç odaklı bireylerle gruplar arasındaki bir çatışma alanına dönüşmüştü.
Batı’nın
ilk filozofları olan Atina sofistleri, bize bu maneviyatın ilk formülünü
vermişti. “İyi” demişlerdi, “Arzuları tatmin edecek aracın yanı sıra, en güçlü
arzulara sahip olmaya bağlıdır”. Açıkçası güçlünün zayıfı ezdiği düzen, bugün
“dehşet dengesini” korumanın yanı sıra, gelişmekte kararlı Batı toplumlarını
karakterize etmeye devam ediyor. Bu, M.Ö. 5. yüzyılda felsefenin Batı’da
doğuşuydu. Bu, Sokrates’i Atina’nın yaklaşan düşüşünden ve kaostan, onun bütün ahlakî
çöküşünden insanı koruyabileceğini düşündüğü ahlak bilgisi için yeni dayanaklar
aramaya sevk eden bir görevdi. (Sokrates’in) Görmüş olduğu gibi sorun, değer
yargılarında bulunmak için bir ilke bulmaktı, sofistler tarafından verilen
tesadüfî cevap düzenine karşı koymak için yeterince uygun bir ilke.
Sokrates’in
öğrencilerinden biri olan Platon, aynı amaç doğrultusunda erdem ve siyasete
dair bilgi arayışını bir bilim mertebesine yükseltmişti. Fakat bu bilim, ona
göre sebeplerin ve kavramların zorunlu ve kopmaz bir bağ içinde birbiriyle
ilişkilendirilmesinden oluşuyordu.
Bu
bilim anlayışı, bayağı/değersiz bilginin keyfi için küçük düşürülen inanca açık
kapı bırakmamaktadır. Aşka da kapı aralamamaktadır/yer vermemektedir. “Platonik
aşk” denilen bu şey, diğer kişileri değil, topyekûn hakikatin entelektüel
arayışını sevmektir ve güzelliğe yer vermemektedir. Hatta Platon şairleri ideal
devletten kovmak istemiştir. Çünkü onların yaratıcı hayal gücü, Platon
tarafından kurulu düzen adına bir tehdit olarak görülmüştür. İnsanı en soylu
hasletlerden (inanç, aşk, güzellik gibi) mahrum bırakan bu indirgemeci akıl
anlayışı, ruhu bedenden, duyumsal olanı düşünülür olandan köktenci bir şekilde
ayırmıştır. Ve bu hâlâ Batı felsefesinin en belirleyici özelliğidir.
İnsanı
aslî hasletlerinden, yani aşk, güzellik ve inançtan mahrum bırakan Yunan felsefî
düşüncesi, bir tür topal akılcılıktır. Felsefenin ruh ve vücut, duyusal ve
düşünsel düalizmi, Platon ve Aristoteles’ten beri Batı düşüncesine kısırlık
getirmektedir. Dahası bu, İbn Meymun’un (Maimonides) elindeki Musevilikle St.
Thomas Aquinas aracılığıyla Hristiyanlıkla ve İbni Rüşd’ün elindeki İslam’la
yaptığı gibi, onu Yunan felsefesinin çerçevesine sokuyor gibi yaparak dini
güçsüzleştirmiştir.
Batı’nın,
bağlarını bu indirgemeci akıl anlayışından koparabildiği bir zaman oldu. O an
geldiğinde, Kurtuba’nın İslam Üniversitesi’nden, 10. yüzyıldan 13. yüzyıla
kadar Avrupa’nın üzerine yeni bir güneş doğmuştu. Bu İslamî görüşte akıl, bütün
boyutlarıyla düşünülmüş ve savunulmuştu.
İlkin doğa bilimleri bilimsel metodu geliştirmiş ve bunun vasıtasıyla Arap-İslam düşüncesini spekülatif Yunan düşüncesinden koparmayı başarmıştı. Bu bilim Avrupa Ortaçağına taşındığında skolastik felsefeyi de yozlaştırmıştı. İslamî deney ve matematik bilimleri, Müslümanların zarurî nedensellik zinciri içindeki şeyler arasındaki ilişkilerin yeni bir düzenini keşfetmesini sağlamıştır. Sebepler üzerinde çalışan bilime karşı “amaçları inceleyen” İslam felsefesi, Kur’an öğretisi ile aynı doğrultuda, ilahî mevcudiyet ve hareketin bir işareti olan her nesne ve her olayın rolünü biçebilmiş, ilahî bir düzen içerisinde gerçekleşen olayları ve şeyleri belirleyerek hayata anlam ve amacını yeniden kazandıran bir düşünce tarzı oluşturabilmiştir.
İnanç,
Müslümanlar tarafından akla yahut bilime getirilen bir kısıtlama olarak
anlaşılmamış, aksine onların bekasını ve mükemmeliğini sağlamıştı. Sebepten
etkiye, etkiden yeni bir sebebe taşınarak bilim asla bir ilke ve tatmin edici
bir sebebe ulaşamamıştır. Aynı şekilde felsefe de sondan sona ve amaçtan amaca
taşınarak asla kendi kendine bir sonuca veya amaca varamamıştır. Her ikisi de
yerinde bir şekilde uygulanmak için inancın varlığını talep eder ki hudutlarını
bilsinler. Bu bağlamda bilimsel ve ahlakî araştırma ve varsayımlar göz önüne
alındığında, inancı pekâlâ bilim ve bilgeliğin sonucu olarak görebiliriz.
Aslında inanç, hudutları ve limitleri olmayan akıldır.
Müslümanların
bu ilerlemelerinin karşısında Batı, İslam’ın sağladığı yeni ışığı takip etmek
yerine ayrılma yoluna gitmişti. Batı’nın bu kopuşunun altı Bacon, Descartes ve
Auguste Comte tarafından çizilmiştir.
Batı’da,
doğa bilimlerinde deneysel yöntemin babası olarak görülen Roger Bacon, başlıca
eserinde, Kurtuba’da öğrenim gören İbn-i Heysem’in “Optik”inin (Kitab
el-Menazır) bir çevirisinden yararlandığını kabul etmiş ve bununla birlikte
deneysel bilimi, ahlak ve inancın da dâhil olduğu ilmin İslam mirasından
ayırmıştı.
Aynı
şekilde Descartes, insanın, aklın nüfuz alanından ahlak ve inanç sorununu
ayırması gerektiğini kat’î bir şekilde duyurmuştu. Akla dair bu eksiltilmiş
görüşe göre, ereklerin ya da amaçların ve aşkınlığın akılla hiçbir irtibatı
yoktur. Descartes, “28. Meditasyon”unda, Tanrı’yı sorgulamanın boşuna olduğunu
yazmıştır. İnsan sadece Tanrı’nın bir şeyi nasıl yaptığını sormalıdır. Batı,
Descartes’den beri “neden” sorusunu sormayı bırakmıştır. İlgilendiği, sadece
bir şeyin “nasıl” olduğudur. Soru, “Bir atom bombası nasıl yapılır?”
şeklindedir, asla “İnsan neden bir atom bombası yapmalıdır?” değil.
Aşkınlığa
gelince, biri “Düşünüyorum, öyleyse varım” önermesinin nihaî kanıtını bulmak
için varmış gibi yaptığında ve herhangi bir nesnenin var oluşu, tümdengelen uslamlamanın
bir zinciri yoluyla o temelden uzaklaşan bir muhakeme sürecinin kuyruğuna
takılması gerekiyormuş gibi yaptığında gerekçe ve zeminini kaybetmektedir. Doğrusu
aşkınlık, Tanrı’nın varlığına dair öne sürülen bu aşağılayıcı kanıt şu anlama
gelir ki insan, -Tanrı dâhil- tüm gerçek şeylerin varlığını varsayımsal bir
varlık gerçekliğine yükseltilmiş bir düşünsel gerçeklikten çıkarabilir; böylece
aşkınlık, sonsuza değin kaybolmuştur. Allah’ın varlığı mantıksal aklın bir
sonucu olabildiğinde, vahiy ve iman için öne sürdüğü tüm iddiası da böylece
beyhude ve işe yaramaz bir hale gelir.
Batı
düşüncesinin bu çizgisi Auguste Comte’un pozitivizmine yol açmıştır. Pozitivizm
ya da duygular yoluyla algılanmayan yahut matematikle ölçülmeyen hiçbir şeyin
gerçekliğinin kabul edilmemesi, “modern bilim” ya da “Batı bilimi” adı altında
anılan tüm bunların zımnî önermesi haline gelir. Bu tutum ne yazık ki Comte’den
beridir de tüm beşerî bilimlere (insan ve toplum bilimlerine) yayılmıştır. Bunların
hepsi, nihaî dayanak noktası, fizik, kimya ve biyolojinin üzerinde çalıştığı
amaçlardan farklı olmayan, doğanın diğer amacı olan insana bel bağlarlar.
Bu
pozitivizmin üç önerisi vardır: 1-Bütün bilimsel gerçekler, doğal gerçekliğin
kesin ve belirli bir kopyası olarak bilimin temel kavramlarından herhangi
birinin şüphe götürmesini imkânsızlaştırır. Bilginin gelişme kaydetmesi
dolayısıyla bu gerçeklerin birikimidir. 2-Her gerçek, -ister doğal olsun, ister
insanî- fiziğin ve matematiğin ideal paradigma olduğu tek ve aynı yöntem
aracığıyla incelenmeye yatkındır. 3-Ahlakî, siyasî ve toplumsal bütün sorunlar
aynı yöntemle çözülebilir hale gelir.
Bu
önermeler ile bilim “bilimcilik”, teknoloji “teknokrasi” ve siyaset “Makyavelcilik”
olmuştur. Bu bilimin pozitivist anlayışının dezavantajları, bu yöntem insan
bilimlerine uygulandığında özellikle artmıştır. Nesnelerinin özgünlüğünü hesaba
katmadıklarından ötürü onlara bilim denmez. Onlar, şeylerin bilgi ve
manipülasyonuna uygun olan metotları insana uygularlar.
Bu
acemiliğin tipik bir örneği de Batı ekonomisidir. Bu, bir bilim değil, ancak
insanı hayvanmış gibi gören, bilinen bir toplumsal sistemin gerekçesine ait bir
ideolojidir. Sözde klasik iktisat Batı’nın bütün üniversitelerinde okutuldu ve
maalesef başka yerlerde de matematiksel denklemleri onun temel aksiyomlarının
arkasına gizledi. Bu aksiyom, insanın sadece malların bir üreticisi ve
tüketicisi olduğu ve yalnızca kendi çıkarlarınca yönlendirildiğidir.
Homo-economicus olarak öne sürülen Batı’daki insan kavramı, İslam’daki insan
kavramının tam tersidir.
Oğlumuzu
ve kızımızı okuması için Batı’ya ne zaman göndersek, onları bilmeden militan
ateizmini öğrenmeye göndermiş oluruz. Biri insanı soyutladığında ve onu
özgünlüğünden, aşkın boyutlarından, ahlak ve değerlerinden ayırdığında,
ekonomiyi bilimsel olarak düşünmek mümkün değildir. Öğrencilerimize günümüzde
bilginin bu üzücü durumuna karşı kendilerini savunmaları için entelektüel
silahlar vermemiz de İsmail Al-Faruqi’nin “disiplinlerin İslamlaşması” dediği
şeydir.
Aslında
20. yüzyılın tüm değişimleri, pozitivist bilimin yanlış önerme ve
varsayımlarını kanıtlamaktadır. Doğa bilimlerinde görelilik ve kuantum
teorisinin ortaya çıkmasından bu yana, bir kez zamanın ve mekânın,
determinizmin (belirlemecilik), enerji-madde ilişkisinin, bilginin nesnesi olan
konunun ebediliği ve gerekliliği ortaya konuldu mu? Değişimler, tartışmalı tüm
kavramları betimler olmuştur.
Siyaset,
diğer bir deyişle tarih yazarken, atom (nükleer) silahları ve uzayın istilası
bir yanda, kolonicilik diğer yanda, o etki alanında eskiden gerekli ve
dokunulmaz olan tüm değerler sorgulanır hale getirilmiştir. Aynı ölçüde
sorgulama, milletlerin ve orduların, nizamın ve devrimin, doğrusu gelişimi ile
tüm Batı’nın, onun hegemonyasının ve kültürünün yanlış evrenselciliğinin
değerleri haline gelmiştir.
Atom
silahları ve uzayın fethinin çifte başarısı “mutlak silahları” doğurmuştur. Yani
dünya üzerindeki herhangi bir yerden ateşlenen füzenin herhangi bir nesneye
isabet etme olasılığı yahut mevcut silah stoku ile dünyayı ve tüm yaşamı yok
etme ihtimali, Hiroşima’ya düşen bombaya bir milyon kere eşittir.
Dengesizlik,
etlerin ve yağların buzdolaplarında saklandığı Birleşik Devletler ve Avrupa ile
milyonlarca insanın açlık ve kötü beslenmeden öldüğü sözde üçüncü dünya
ülkeleri arasında büyümekte, hatta şaşılacak/çok büyük hale gelmektedir. Bu iki
örnek, diğerlerinin yanında, 500 yıllık Batı hegemonyasının ardından yine Batı
kültürünün mantıksal kabullerine veya onun kendine özgü büyüme ve gelişme
anlayışına teslim olmak, bütün dünyayı intiharın eşiğine getirmiştir ve hâlâ
getirmektedir.
İslam,
Kurtuba ve Medine’de yaptığı gibi dünyaya değişik bir gelecek sağlayabilir.
Bunu, aşkınlığın ve ümmetin ebedî ve ezelî mesajı yoluyla böyle yapabilir.
Aslında İslam, Batı hâkimiyetinin ölümcül kabullerine etkili bir biçimde karşı
koyabilecek tek inançtır. Pozitivizme karşı bizlere aşkınlığı, bireyselliğe
karşı da ümmet bilincini verir.
Bugün
İslam, 7 ve 8. yüzyılda en gözde olduğu zamandan çok daha fazla yayılma
imkânına sahip. Fakat İslam, diğerleri arasında bir din olarak sunulmamalıdır.
Daha doğrusu İslam, dünyayı idame ettiren inancın yakınsama noktası olarak, o
ideal inanca doğru yönlendiren bütün güçlerin doruk noktası olarak
görülmelidir.
(Devam edecek…)
Roger
Garaudy’e ait ve iki bölüm haline
yayınlayacağımız bu makale, 1985 yılında, American
Journal of Islamic Social Sciences (AJISS) dergisinde yayımlanmıştır.
Roger
Garaudy, 17 Temmuz 1913 doğumlu Fransız bir düşünür ve yazardır. 1952 yılında
Sorbonne Üniversitesi'nden edebiyat dalında, 1954 yılında da SSCB Bilimler
Akademisi'nden bilim dalında doktor unvanı almıştır. 1956'da Komünist Partisi
Siyasî Büro Şefi olmuş, Marksist Araştırma ve İncelemeler Enstitüsü'nün
müdürlüğünü yapmıştır. Marksist felsefeyi çeşitli yönleriyle araştıran çok
sayıda eser yayınlamıştır. Fransa Parlamentosu’nda milletvekilliği, Meclis Başkan
Yardımcılığı, Milli Eğitim Komisyonu üyesi ve senatör olarak da görev yapan
Garaudy, emeklilik yıllarını araştırmalara ve yazmaya ayırmıştır. Dinsiz bir anne
babanın çocuğu olan Garaudy, Katolik Komünisttir. Marksist felsefe ve komünizm
üzerine yaptığı araştırmalar dünyada çok ses getirirken, o, 1982 yılında, 69
yaşında iken İslam’ı tercih etmiştir. Müslüman olduktan sonra da çalışmalarına
devam eden Garaudy, sonraki yıllarda Yahudi soykırımının olmadığını savunmuştur.
13 Haziran 2012’de, Paris’te yaşamını yitiren Garaudy, 60 kitap ve çok sayıda
makaleye imza atmıştır.