20’nci yüzyılda Batı felsefesinin bilançosu (2)

Hollywood’un modernizmden değil, çarpıklıktan oluştuğunu unutmamak gerekir. Bu, yaşamın parçalanmasıdır. Amerika ve İsveç gibi en “gelişmiş” ve en zengin ülkelerin en yüksek “genç yaşta intihar etme oranına” sahip olduğu gerçeği kesinlikle tesadüfî değildir. Bu tür ülkelerde insanlar ölüme yönelmektedir, çünkü yaşamak için hiçbir amaçları yoktur.

İSLAM, dünyayı askerî kahramanlıklarla fethetmiş değildir. Aksine, dünya üzerindeki zaferini parçalanmış imparatorluklarda yaşayan kitlelere yaşatarak yeni bir hayat kurmaları için yeni bir amaç sunan kültürel bir devrim yoluyla gerçekleştirmiştir.

Peygamber (s.a.v.) asla yeni bir din yarattığını iddia etmemiştir. Aksine O, bütün insanları, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’den başlayarak, tüm Haniflerin yaptığı gibi dünya üzerinde ilahî planı tahakkuk ettirmek amacı ile Allah’a itaat etmeye çağırmıştır.

Allah, insanlara “doğru yolu” göstermeleri amacıyla peygamberler gönderdiğinde, milyonlara ulaşıp ikna etmeye muktedir olanları seçti. Bunu her kültür düzeyini ve ona uygun lisanı düşünerek böyle yaptı. Allah (c.c.), ne hukuk doktorlarını yahut filozları, ne İbn-i Meymun’u, ne de St. Thomas Aquinas’ı mesaj iletmesi için gönderdi. Amos gibi bir çobanı, İsa (a.s.) gibi bir marangozu, Muhammed (s.a.v.) gibi okumamış bir tüccarı gönderdi. Onları bir ansiklopedinin bütün bilimini iletmekle de görevlendirmedi. Allah peygamberlerini, cahiller de dâhil tüm insanlara hayatın anlamını öğretmeleri, Allah’ın takdirine teslimiyete çağırmaları, Allah’ın dünyadaki vekilleri (halife) olarak sorumluluklarını yerine getirmeleri için göndermiştir.

Başlangıçta var olan İslam, Bizans ve Yunan’dan İran ve Hindistan’a kadar bütün insanların kültürlerine nasıl uyum sağlayacağını gayet iyi biliyordu. Bunu çok yaratıcı ve seçici bir şekilde yapıyor, fakat kendisiyle çelişen unsurları da eleştirmekten geri durmuyordu. Bu yüzyılda da yaşam, dinamik İslam ile aynı şekilde olmalıdır. Biz Müslümanlar, atalarımızın yaptığı gibi aynı yaratıcı çabayı göstermeliyiz.

Doğa bilimleriyle ilgili sorun, günümüzde “teknolojinin transferidir”. Bu transferler, göründüğü kadar masum değillerdir. Bunlar, zaman zaman Müslüman dünyasına Batı’nın hayat ve düşünce tarzını getirir, her durumda Müslümanların Batı'ya, Batı'nın araştırma merkezlerine, uzman ve profesyonel kadrolarına bağlılığını sürdürmesine yardımcı olur, Müslümanların gelişmesinin gelecekteki yönünü belirler ve Müslüman ülkeleri Batı bilim ve teknolojisinin altında yatan Batı felsefesine bağımlı kılarlar. Bu yüzden de diğer tüm alanlarda olduğu gibi bu alanda da şu iki hatadan kaçınmak son derece önemlidir: “Batı’yı gözü kapalı taklit etmek ve Batılı olan her şeyi tamamıyla reddetmek.” Batı’nın bilim ve teknolojisini seçici, yaratıcı ve eleştirel olarak benimsemeliyiz.

İlk olarak, benimseme sürecimiz seçici olmalıdır. Batılı ülkeler, bilim ve teknolojilerini kendilerine özgü ihtiyaçlar, kendilerine özgü tarihsel durumlar ve yaşam tarzlarına göre geliştirmişlerdir. Bu bahsi geçen konular dünyanın her yerinde aynı değildir. Örneğin endüstriyel bir teknolojide en büyük önceliğin her zaman iş kaynaklarına göre belirlenip belirlenmeyeceği hususu varılabilecek kesin bir yargı değildir. Aynı durum, tıp ve eczacılık alanlarında da geçerlidir.

Batılı insanlar, kendine özgü yaşam ritimlerine ve beslenme alışkanlıklarına sahiptirler. Bu özel koşullar, Batı’da önceliğin kardiyovasküler hastalıklara verildiğini ve Batılı yaşam koşullarının getirdiği sinir atakları ve gerginliklerinin sakinleştiricilere ihtiyaç duyduğuna işarettir. Nüfusun büyük çoğunluğunun yetersiz beslendiği ve çiftçilik yapıp kırsal alanlarda yaşadığı bölgelerde elbette tıbbî ve eczacılığa dair araştırmalar ile hastane ihtiyaçları farklı olacaktır.

İkinci olarak, bilim ve teknolojiyi benimseme sürecimiz eleştirel olmalıdır. Teknolojinin transfer edilmesi her zaman yaşam ve düşünce kalıbını, gelişme mantalitesini ve inancın panzehri olan pozitivizm felsefesinin üstü kapalı olarak benimsenmesini gerektirir. Bu da beraberinde ümmetin sosyal dokusuna bireysel bir hasar oluşumunu getirmektedir. Bu olgu, özellikle de Müslüman dünyasına filmler, televizyon dizileri, kitaplar ve diğer yayınların ithal edildiği durumlarda daha da bariz bir hal almaktadır. Hollywood’un da modernizmden değil, çarpıklıktan oluştuğunu unutmamak gerekir. Bu, yaşamın parçalanmasıdır. Amerika ve İsveç gibi en “gelişmiş” ve en zengin ülkelerin en yüksek “genç yaşta intihar etme oranına” sahip olduğu gerçeği kesinlikle tesadüfî değildir. Bu tür ülkelerde insanlar ölüme yönelmektedir, çünkü yaşamak için hiçbir amaçları yoktur. İnsanlığı eğitecek olan insanlar bunlar olabilir mi?

Hâlâ Fransız kültürünün etkisi altında olan Mağrip kentlerini gezdiğimde, insanların bana insanlığın geleceğine hiçbir katkısı olmayan Batılı varoluşçular, Batılı yapısalcılar -sözde yeni filozofla hakkında soru sormaları beni gerçekten üzmüştür.

İlk ve son olarak tekrar edelim: Modernleşme, Batılılaşma demek değildir. Bu, biz Müslümanların Batı’dan öğreneceği hiçbir şey olmadığı anlamına da gelmemektedir. Örneğin Müslüman bir kişi Immanuel Kant ve öğrencilerinden “söyledikleri her şeyin Tanrı, doğa ve insanoğlu ile ilgili olduğu, tarihin insanî bir olgu olduğunu ve eleştiri ve revizyona açık olduğu ve yine tarihin göreceli ve koşullara bağlı bir kavram olduğunu” öğrendiği zaman, bu kişi insanlık hakkında çok büyük bir gerçeği öğrenmiş olur. Bu gerçek, Müslümanların insanlığa katkıda bulunmuş olduğu “Kur’an’ın bizzat Tanrı tarafından indirilmesine rağmen O’nu okuyan, anlayan ve yorumlayanın insanlar olduğu” gerçeğinin diğer bir yüzüdür.

İnsanların yorumları asla Tanrı’nın sözleri ile aynı olamaz. İnsanlar tarihin, kendi sorunları ve ihtiyaçlarının, içinde bulundukları zaman ve çevrenin ürünleridirler. Bu yüzden de neyin insanî ve göreceli, neyin ilahî ve ebedî olduğunu ayırt edebilmek her zaman zor bir görev olacaktır.

Üçüncü olarak, Batı’nın bilim ve teknolojisini benimseme süreci yaratıcı olmalıdır. Her bir ülke ve bölgenin kendine has ihtiyaçları için bilimsel ve teknolojik gelişmenin yepyeni alanları geliştirilmeli ve bu alanlar ilgili bölgenin yerel kaynakları ile beslenmelidir. Enerji kaynağı veya havyan yetiştiriciliği için yapay besin stoğu üretimi de olsa Amerika’nın bu endüstriler üzerindeki tekeli kesinlikle kaldırılmalıdır. Bu yüzden de İslam’ın modern dünyada yayılabilmesi için yeni bir “felsefe” üretmemize gerek yoktur. Bu tür bir girişim, Yunan geleneklerinden ya da Hristiyanlığın sistematik ve skolastik teolojisinden alınmış ve Ortaçağ’dakinden hiç de farklı olmayan bir felsefe üretilmesi riskini taşımaktadır.


Yine aynı şekilde, önceki çağların sosyal sorunlarını çözmek için tasarlanmış kanun kitapları ile ilgili birbiri ardınca sonu gelmeyen yorumlar yapmamız için de hiçbir gerek yoktur. Her halükârda, eski kitaplarda kendi yaratıcı ve taze düşüncelerimizle katkı sağlamamızı engelleyecek hiçbir durum yoktur.

Naçizane fikrime göre Müslümanların günümüzde karşı karşıya kaldıkları en zor görev, İslam’ın vermek istediği mesajın görkemli sadeliği yeniden keşfetmek ve bu mesajı Batı’nın, insanlığın kaybetmesine neden olduğu değerler bütününü geri kazanmak adına yeni yüzyılda sunmaktır. Gelecek nesillerin yararına, İslam’ın “dünyanın ve tarihin bir amacı olduğu ve tek bir bütünden oluştuğu” görüşünü anımsatmamız gerekmektedir. Tıpkı Seyyidina İbrahim’in yaptığı gibi, Tanrı’nın çağrısına koşulsuz itaatimiz aracılığı ile bu anlamı ve bütünlüğü bizzat fark etmek kesinlikle her birimizin bireysel görevidir.

Felsefenin konu aldığı kadarıyla Müslümanların günümüzde sahip olduğu temel sorun, Müslümanları geçmişte doğru yoldan saptıran, Rönesans’tan beri modern Batı’ya hâkim olan, insanlığın kendi önemi hakkındaki şüpheleri arttıran ve kendisini çaresizliğe sürükleyen Aristoteles ve Yunan felsefesini İslamî görüş ile birleştirmek değildir.

Tam tersine, günümüzde Müslüman bir düşünürün Batı felsefesinden öğrenmesi gereken tek şey, Sokrates’ten Galileo’ya, Kant’tan Husserl’e kadar, bu felsefenin aslında temel özü olan eleştirel metodolojidir.

Müslüman düşünürün, insan düşüncesinin ilk kez hayatın temel gerçeklerini (1-İnsanın Tanrı’yla, diğer insanlarla ve doğayla olan ilişkisi ve 2-Yaşamın, ölümün, tarihin ve bunların Allah’ın takdiri ve emirleri olduğu için sahip olduğu önemin anlamını) kavradığı zaman, Batı’nın ilk “kopuş” dönemine (M.Ö. 6. yüzyıl) geri dönmesi gerekmektedir. Bu tarz bir bilim, felsefe ve akıl, aynı konulardaki açığa vurmaları ya da ihtiyaçlarımızı imkânsız hale getirmez, aksine bunları çağrıştırır ve hem belirtileri, hem de sınırlarını göstermesini ister. 

En yüksek geleneklere duyulan sadakat çerçevesinde İslam inancı ve kültürü, diğerlerinden bir şeyler öğrenmek korkusu ile kendisini dış dünyadan soyutlamaz. Bunun sonucu, sadece ayrım ve bağnazlık olur. Aslında İslam inanışı ve kültürü, sadece Batı’ya karşı olan açık görüşlülüğü değil, tüm insanlığa ve evrene olan açık görüşlülüğü ile zenginleştirilebilir ve modernleştirilebilir.

Nihaî ve en önemli sonucumuza gelelim…

Dileğimiz, diğer pek çok inanış arasında İslam’ın tek bir din olarak sunulması değil, bundan ziyade İslam’ı sadece bir din değil, başlangıçtan beri var olan bir inanış, diğer tüm ifşaların zirvesi, sonucu ve doruk noktası olarak sunmayı amaçlamaktır. Kur’an’da Allah, bize tüm peygamberleri onurlandırmamızı emretmiştir.  

Örneğin muazzam ve ilahî bir güce sahip olan bu Kitap’a inanan insanlara bir Müslümanın aktarması gereken mesaj, Kur’an’ın daha önceki inanışları anladığı ve saygı duyduğudur. Bu mesaj, her zaman Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ilahî vahiylerindeki geleneğin akideleşmesini göstermelidir. Diğer dinler hakkında bilgi sahibi olmak, biz Müslümanlar için bir görevdir. Asya ve Yakın Doğu topraklarında yaşayan herhangi bir Müslüman, eski Hindu kutsal metinlerindeki Vedalara ve Upanişadlara, Taoizmin ilk bilgelerine, Buda öğretilerine, Heraklitos ve Zoroaster ya da Jeremiah ve İsa’ya nasıl yabancı kalabilir? Tüm bu kökenlerin efendisine nasıl böyle bir şeyi emretme hatasında bulunabilir? Bu ilahî mesajlar takipçileri tarafından nasıl bozulabilir ya da saptırılabilir? Ya da Kur’an, kendinden önce gelenlerin en iyi taraflarını tüm insanlığın yararına nasıl saklayabilir? Hatta Müslümanlar nasıl Kur’an’a ait vahiylerin kendilerinden önce gelen özlerle birlikte en mükemmel şeklini yansıttığı gerçeğini aktarma konusunda başarısız olabilir?

Günümüzde Müslüman düşünürlerin karşı kaşıya olduğu en büyük tehlike, yanlış bir kendine yeterlik, zafer gösterileri ya da kendini soyutlama gibi yanlış olgulara yenik düşmektir. İnancımıza ait gerçekliğin kesinliği ve kanaati ise kesinlikle diğerlerini görmezden gelmekten değil, aksine diğer tüm inanışları bilmekten gelmelidir. Tüm bu tehlikelerin üstesinden gelebilirsek, Müslüman olmayan birinin İslam’a geçmesinin, kendi geleneklerinden ve geçmişinden kopması ve uzaklaşması değil, tüm geçmiş ve geleneklerini yüceltmesi anlamına geldiğini gösterebiliriz. Davetimizin süregelme koşullarından ilki budur: “Her bir bireye bu ilahî hakikatin ve dinî yaşamın canlı süregeliş bilincini anlatmak.”

İkinci koşul ise, kendimize Batı’nın çözemeyeceği sorunları bizim çözebileceğimizi kanıtlamaktır. Yeni gelişim ve kalkınma formları keşfetmeli, insanların çöküşüne değil de insanlığın filizlenmesine yol açabilecek bir kültür oluşturmalıyız. Bunu yapabilmek için de hayatî önem taşıyan konu, Tanrı’nın Kur’an’daki sözlerini ölmüş insanların -diğer bir deyişle belki de doğru yolu bulabilmiş, ancak sadece kendi zamanının ve yöresinin sorunlarını çözmekten öteye gitmemiş kişilerin- gözlerinden okumak değildir.

Kur’an’ı, kendi sorunlarımızın çözümlerine odaklanmış gözlerimiz, dünya üzerinde Allah’ın kulları olarak sorumluluklarımızı yerine getirmeye kararlı akıl ve isteklerimiz ile okumalıyız. Kısacası kendi problemlerimize Kur’an’ın ebedî ışığı doğrultusunda çözümler bulmalıyız. Atalarımıza sadık olmak, onların yaktıkları ateşin küllerini muhafaza etmek değil, bu ateşin alevini nesillere aktarmaktır.

 

Roger Garaudy’e ait ve ikinci bölümünü yayınladığımız bu makale, 1985 yılında, American Journal of Islamic Social Sciences (AJISS) dergisinde yayımlanmıştır.

Roger Garaudy, 17 Temmuz 1913 doğumlu Fransız bir düşünür ve yazardır. 1952 yılında Sorbonne Üniversitesi'nden edebiyat dalında, 1954 yılında da SSCB Bilimler Akademisi'nden bilim dalında doktor unvanı almıştır. 1956'da Komünist Partisi Siyasî Büro Şefi olmuş, Marksist Araştırma ve İncelemeler Enstitüsü'nün müdürlüğünü yapmıştır. Marksist felsefeyi çeşitli yönleriyle araştıran çok sayıda eser yayınlamıştır. Fransa Parlamentosu’nda milletvekilliği, Meclis Başkan Yardımcılığı, Milli Eğitim Komisyonu üyesi ve senatör olarak da görev yapan Garaudy, emeklilik yıllarını araştırmalara ve yazmaya ayırmıştır. Dinsiz bir anne babanın çocuğu olan Garaudy, Katolik Komünisttir. Marksist felsefe ve komünizm üzerine yaptığı araştırmalar dünyada çok ses getirirken, o, 1982 yılında, 69 yaşında iken İslam’ı tercih etmiştir. Müslüman olduktan sonra da çalışmalarına devam eden Garaudy, sonraki yıllarda Yahudi soykırımının olmadığını savunmuştur. 13 Haziran 2012’de, Paris’te yaşamını yitiren Garaudy, 60 kitap ve çok sayıda makaleye imza atmıştır.